Makale, Kiğı-Bılece köyünün 1960’lı yılların toplumsal koşullarından bir kesit sunmaktadır.
Bılece köyü, Bılece çayının şekillendirdiği derin vadide kurulmasına karşın, mezraları ile birlikte dağlık, dağınık bir köydür. Köylü hem hayvancılık hem de tarımla uğraşır. Fakat üretim geleneksel yöntemlerle ve ilkel usullerle yapıldığı için verim çok düşüktü. Gerek hayvancılıkta, gerekse tarımda olsun insanlar ancak kendi geçimlerini sağlayacak kadar bir verim elde edebiliyorlardı, çoğu aile bunu bile elde edemiyordu. Pazar için ise ancak yılda bir iki çebiç satıp evin ihtiyaçlarını giderebiliyorlardı. Bu yüzden köyün erkekleri güzün son aylarında mevsimlik işçi olarak İstanbul’a gider, Nisan ortalarında köylerine geri dönerlerdi.
Köyde hayat monoton değil tersine çok hareketliydi. Köylü Mayıs ayının son haftasına doğru yaylaya göç ederdi. Göç renkli ve neşeli geçerdi. O gün bayramdı, herkes en güzel giysilerini giyer, niyaz(lokma) dağıtılır, yol üstündeki kutsal yerlere, çeşmelere ve kayalara mumlar yakılır, Hak’tan yaylanın bereketli, neşeli ve verimli geçmesi için dilleklerde bulunulurdu. Kısaca doğanın ve yaşamın yeni döngüsü kutlanırdı.
Yaylaya gitmek mevsimlik de olsa ailenin parçalanması demekti. Şayet aile büyük aile ise yani büyük anne, baba, kardeşler ve gelinlerden oluşuyorsa, bu durumda büyük annenin denetiminde en büyük gelin “Kewani” olarak küçük çocuklarıyla birlikte yaylada kalırdı. Aile çekirdek aile ise ki bunlar için durum daha da zordu, evin hanımı ve çocuklar yaylada, evin beyi de köyde kalır rençberlik işleriyle uğraşırdı.
Yaylada işler çok güçtü. Kadınlar gece-gündüz demeden çok çalışır çok ezilirlerdi. Buna rağmen coğrafyanın onlara sunduğu bu zorlu yaşam koşulları, onları hem çalışkan hem de dayanıklı yapmıştı. Tenleri güneşte yanmış bu kadınların, biri karnında, biri beşikte olan bebekleriyle yaşamın zorlu koşullarına adeta meydan okuyorlardı. Ayrıca, 3 yaşından 10 yaşa kadar sıra sıra, sıska bacaklı, şiş karınlı, sümüklü, yarı çıplak, yalınayak çocuklarıyla onca işin üstesinden gelmek zorundaydılar.
Haziran’ın ilk haftasında bütün köylüler yaylaya çıkınca, mal-davar (keçi-koyun) “nöbet” adı verilen bir usul ile sıra ile otlatılıyordu. Yani yayla da 10 ev varsa, 10 günde bir, bir aile davarı otlatırdı. Büyükbaş hayvanlar dağa salınır, kuzu ve gıdıklara ise küçük çocuklar giderdi.
Nöbetçi, sabahın şafağında davarı otlatmak için meraya götürür, öğlen sağmak için geri getirir, sağma işlemi bitikten sonra tekrar geri götürür, akşam sağ-selim davarları sahiplerine teslim ettikten sonra o günkü nöbet sırası biterdi.
Kadılar günde iki kez sağma işlemi yaparlardı. Sağmanın yapıldığı yere “Berî”, sağmal işlemi yapan kadına da “Berîvan” denilirdi. Berîvan ile sağmal hayvanlar arasında çok duygusal ilişkiler vardı. Bazı hayvanlar, sağılmaları için kendiliğinden sıraya girer, Berîvan’la adeta konuşuyorlardı. Berîvan da onları bir anne şefkatiyle sağar, bir evladıyla konuşur gibi konuşur ve okşardı. Ama bazıları da inatçı olurlardı, onları da çocuklar yakalar, sağılmaları için Berîvan’a getirirlerdi.
Yaylada iş bitmezdi. Kadınlar sabahın şafağında uyanırlardı, güneş, onlardan çok sonra doğardı. Bundan ötürü Kürtler; “güneşi kadınlar doğurur” atasözünü dile getirmişlerdi. İlk iş davarlarını eksiksiz nöbetçiye teslim etmekti. Ardından yayık yayma işlemi başlardı. Üçayaklı sehpasına (Sêpık) taktığı kızıl renkteki tulukla (meşk) yoğurdu yayıklar, yağ ve ayrana dönüştürürdü. Her holıkta (yayladaki iptidai ev) çıkan meşk sesleri yaylanın üzerinde hoş bir seremoni olarak yükselirken kadınlarda;
“Kil, kil, kil, kil meşkê
Dew dikilêm, dew nave
Xasî pîre, pê nave
Bûk razaye, ranave.”
Türküsüyle eşlik ederlerdi.
Kadınlar, meşkten çıkan seslerden yağ ve ayranın iyice ayrıştığını anlarlardı. Meşk sehpadan indirilir, tülbentten süzdürülerek yağ ve ayranın ayrıştırma işlemi tamamlanırdı. Ardından deşti saati başlardı.
Deşti köyle yayla arasında bağlantıyı sağlayan kişidir. Genellikle çocuklar bu işi yapsa da bazen büyükler de eşlik eder, yol boyunca hoş sohbetlerin yapıldığı neşeli bir yolculuk olurdu. Kadınlar, deştiyi uyandırır, kahvaltısını yaptırır, köye gidecek erzakları “Tûrık” denilen kıldan yapılmış torbaya doldurarak küçük deştinin boynuna asar, eline de bezden yapılmış torbaya süzmesi için yoğurt doldurur ve deştiyi köye yolcu ederdi.
İş ise asıl bundan sonra başlardı. Kewanî, tulukta çıkardığı yağı tuzlar, kışlık yağı biriktirdiği tenekenin içine, ayranı da, çökeleğe dönüştürmek için kazana koyar, ocakta ateşte pişirmeye bırakırken, bebeğini emzirir, sonra dizi dizi yavrularını doyurmaya çalışır; ekmek yoksa hamur yoğurur, hamuru mayalamaya bırakırken pişen çökeleği süzer, tuzlar, tulumlara doldurur, tulumları siler ve yıkar; mayalanan hamurdan ekmek yapmak için ocağı yakar, ekmek yapmaya koyulur. İşlerin çokluğunda zamanın nasıl geçtiği anlaşılmaz, imdi, öğlen olmuş, mal-davar sağmak için bêriye gelmek üzeredir ve bizim çilekeş kadınlar hâlâ kahvaltısızdır….
Kadınların işi ancak öğleden sonra hafiflerdi. Şimdi, el-yüzünü yıkar, belki bir kadın olduğunun da farkına varır, el aynasında yanık tenine bakar, zülüflerini düzeltir, varsa bir kremi yüzüne sürerdi. Çay pişirilir, bir birini seven kadınlar birbirlerini davet eder, söğüdün altına oturarak sohbet ederlerdi. Elektriğin, ulaşım ve iletişimin olmadığı bu kapalı ortam da kadınlar kendi aralarında kim bilir neler konuşurlardı, neleri tartışırlardı….
O dönemde her şey evden üretilirdi, dışarıdan çay-şeker, lastik ve patiskadan başka bir şey alınmazdı, almaya zaten kimsenin gücü de yetmezdi. Bu yüzden kadınlar, istirahat saatinde bile boş durmazlardı, ya ellerinde teşi denilen araçla yün eğirir, ya da şişle(sıngla) çorap örerlerdi. Çorap önemli bir işti. Düşünün bir aile 6 kişi ise her kişi yılda 3 çift çorap eskitirse demek ki kadının yılda en az 18 çift çorap örmesi gerekiyordu. Yaylanın tüm sorumluluğu kadına aitti. Hayvan hastalanır veteriner olur, kaybolur gecenin zifirî karanlığında dahi aramaya çıkar, koyunu-keçiyi kırpar, yün ve kılları taraktan geçirir ve eğirirdi. Yine de itilan kakılan kadınlar olurdu…
Aşıklar (Çingeneler) zamanı;
Aşıklar, yanlış anlaşılmasın saz ve söz sanatçıları değiller, bunlar çalışmayan gezginci insanlardır. Türkiye’de bunlara “Çingene” derler, şimdi ise moda deyimle “Roman” demeye başladılar. Bılece ve yöre halkı ise onlara Aşık derlerdi. Aşıklar da yöre halkı ile aynı inancı paylaşır, aynı dili konuşurlardı. Her yıl düzenli aralıklarla, Haziran sonundan Ağustos’un başına kadar üç-dört grup halinde gelir-giderlerdi. Halk her grubu tanır, her grubun geliş tarihini tahmin ederdi. Gruplardan birisi gecikse halkta bir endişe hâsıl olur, “Acaba bizim aşıklar neden geciktiler!” diye merakta kalırlardı… Aşıkların gelişi, yayla kadınlarının dış dünya ile bağlantısını kurardı. Onların getirdikleri haberlerle, çevrede ve ülkede olan-bitenlerden haberdar olurlardı. Aşıklar, adeta yayla insanının gezgin gazetecileri, haber kaynaklarıydı…
Aşıklar, genellikle öğleden sonra gelir, yaylanın uygun yerine çadırlarını kurarlardı. Erkekler, çadırlarda rutin işlerini yaparken, kadınlar ertesi sabah, yayla kadınlarının işlerini hafiflettiği saatte yani saat 10’a doğru kollarında tahtadan yapılmış “Hewenkleri” ile “Geşt” adı verilen ve hakları olduğu iddia edilen yağları toplarlardı. Her aile gelen her aşık kadına mutlaka bir kaşık tereyağı verirdi. Aşık kadınların sabahleyin topladıkları bu yağ, bir sadaka (pars) değildi ve yayla kadınları da yağı pars niyetine vermiyorlardı. Bu yağ verme işi efsaneye dayanan zorunlu bir gereklilikti. Efsaneyi önce Kürtçe, sonra Türkçe yazacak olursak şöyleydi:
“ Wexta ku xwedê rızk bela kırîye aşık xewêda maye. Heta ku rabûne çûne rızk, rızk vanara nemaye. Xwedê jî gotîye; “ewî ku rızk gırtne bıla ew jî geştê bıdın aşıqan.”
Yani rivayet edilir ki “Tanrı (Hak) rızk dağıtırken aşıklar uykuda kalmışlar. Uyanıp Tanrı’nın (Hak’ın) huzuruna varana kadar rızk dağıtımı bitmiş. Bunun üzerine Tanrı (Hak) buyurmuş ki daha önce rızk alanlar, aşıklara geşt versinler.” Dolayısıyla geşt vermek halk arasında Tanrı’nın (Hak’ın) bir emri olarak kabul edilir. Şu kültüre bakar mısınız? Hiç kimse kimseyi horlamıyor, ötekileştirmiyor, çalışmayanı bile yadırgamıyor ve kutsuyor. Ocaxê Qeresli Rayweri Mehmet Efendi Cem ayinlerini hep şu deyişle açardı:
“Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir
Biz de Mevla'nın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir.”
Ne müthiş inanç….
Deşt (yağ toplama) işi bitikten sonra, öğleden sonra yayla kadınları ile aşık kadınların toplantıları başlardı. Birbirlerini çaya davet eder, bir yıl içinde olup bitenleri birbirine anlatırlardı. Acılar paylaşır birlikte ağlanır, sevinçleri paylaşır birlikte gülerlerdi. Sonra alış-veriş başlardı. Alış-verişler para ile değil (zaten yoktu)takas usulü ile yapılırdı. Genç kızlar, gerdanlık, incik-boncuk (mori), el aynası (hêli) iğne, toka, cımbız ve varsa krem alırlardı. Kadınlar ise elek alırlardı, bêjıng yapması için eldeki derileri, erkek aşıklara verir bêjıngler yaparlardı. Ayrıca çocuklarına kuru üzüm ve bastık alırlardı. Karşılığında ise aşıklara yağ, un, çökelek, yoğurt ve ayran verirlerdi. Çocuklar da bazen aşıklara yakmaları için çalı-çırpı toplayıp verirler, aşıklarda çocuklara el büyüklüğünde bastık ve birkaç kuru üzüm verirlerdi. Çocuklar verilen bu el büyüklüğündeki bastıkı mini mini parçalara ayırarak ağızlarına atar, tadını çıkara çıkara yutarlardı, bazen bir küçük kuru üzümü üç-dört parçaya bölerek aralarında bölüşürlerdi.
Aşıkların geldikleri gece çok renkli geçerdi. Yaylanın gençleri (Kız-erkek) ve aşıkların gençleri ile bir arada gecenin geç saatlerine kadar dans edip eğlenirlerdi. İlk Flamenko dansını aşıklarda gördüm desem abartmamış olurum.
Aşıklar halktan insanlar sayılırdı. Gelişleri neşeye, gidişleri üzüntüye sebep oluyordu. Yaylada herkesin mal-davarı açıkta idi. Hatta yayla evlerinin dış kapıları dahi yoktu. Buna rağmen ne bir hırsızlık oluyordu ne de tatsız bir olay. Herkes bir arada kardeşçe geçinip gidiyordu. Aşıkların bazıları diş çekmeyi, iğne yapmayı bildikleri için de halkın bu sorunlarına yardımcı olur bu işleri karşılıksız yaparlardı.
1980’de gerçekleşen askeri darbe ile önce halkın üstünde şiddetli bir askeri baskı uygulanmaya başlandı, ardından 1990’lara doğru köylerin boşatılması dayatıldı. Köyler boşalınca, aşıklar kayboldu. O güzelim insanlar beyaz atlara binerek gittiler. Bir kültür de böylece tarihe karıştı. Son sözü, “ÇİNGENE KIZI” adlı şiirimle tamamlarsam:
“Yol kenarında çiçek satardı,
Bir güvercin tedirginliğinde, ürkekti.
Esiri de mi olunur? Sakın deme;
İzin verseydi o anlara,
Sonsuz bir ummana dalardın,
Parlayan yeşil iri gözleri vardı.
O bir Bulgar Çingenesiydi.
Onurlu bir emekçiydi.”
(*) Günümüzde kendilerine ya Çingene ya da Roman derler.
8.03.2019/Rojnameya Newroz.