KAPİTALİZM, İNSANA AİT OLAN HERŞEYİ TAHRİP EDER:
Kapitalizm, çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş bir sistemdir, tek amacı vardır kâr dürtüsü… Bir yerde veya işte kâr varsa, kârın işe oranına göre ilişkisi değişir, şayet kâr %100’ün üstünde ise burjuvazinin çeviremeyeceği dolap kalmaz, en yakınını dahi bir hamlede yok eder, devre dışı bırakır. Sınırsız servetin peşindedir. Bu amaçla durup dinlemeden çalışır, dünya nimetlerine sırt çevirir, biriktirir ve sadece biriktirir.
Sınırsız mülkiyet mutluluk getirmez:
Kâr hırsı, kazanç ve servet edinmek kapitalizmin varlık nedenidir, ama mutluluk getirmez; ancak kapitalisti servetin ve kazancın esiri haline getirir. Durmaksızın edinmek, kazanmayı düşünmek, insana soluk aldırmaz, sakin bir ortamda zevk almayı sağlamaz. Başka bir ifadeyle, daha fazlasına sahip olmak kapitaliste rahatlık vermez. Marx, servet avcıları hakkında şu tespite bulunur: “Servet biriktirici dünya nimetlerini, maddi ve geçici zevkleri küçümser, güvelerin yemediği, pas tutmayan, hem bu dünyada hem de öte dünyada varolan ebedi hazinenin ardına düşer.”(*1) Kapitalist, ne bu dünyada ne de öte dünyada rahattır; kim onun yerine olmak ister ki… Üstelik o kendisine tamamen yabancılaşmış bir varlıktır artık.
”Kapitalistin bizzat kendisi mutlu olmadığı gibi, özgür de değildir” diyen Rousseau, yaşadığı dönemin Fransa toplumundaki eşitsizliği gözlemler, aynı zamanda güç sahiplerinin modern dünyaya karakterini veren bu zenginlik içinde yabancılaşmasının kurbanı olduklarının da bilincindedir. Toplum Sözleşmesi’nde şunları yazar: “Kendini başkalarının efendisi sanır o, oysa kendisi de ötekiler kadar köledir aslında.” (*2). Para ve servet edinme hırsının, kapitalisti yabancılaştırdığını, insanlık dışına ittiğine en iyi Marx gözlemler: “Özel mülkiyet bizleri öylesine ahmak ve etkinsiz kılmış bulunmaktadır ki, bugün bir nesneye, ancak bizim için sermaye şeklinde varolduğu ya da onu hemen iyeliğimiz altına alabildiğimiz, yiyebildiğimiz, içebildiğimiz, giyebildiğimiz, tek kelimeyle, o nesneyi tüketebildiğimiz takdirde bizim diyoruz… Tüm fizik ve entelektüel duyuların yerini bunların yabancılaşmış basit şekli olan sahiplik duyusu almış bugün” (*3)
Yabancılaşmanın kaynağı olan servet birikimi ve özel mülkiyet, gerçek özgürlüğün kaynağı olamaz. Büyük servetler(zenginlikler) insanları yalıtır, birbirlerinin karşısına koyar ve bu olaylar insanın insana yabancılaşmasına yol açar. Bu koşullar altında insan kendisini yalnız, yitik ve yıkılmış hisseder; onun da ötesinde “kölece yaltaklanan bir ruh” yaratır. Servetin edinilmesi ve sergilenmesi evrensel bir tutku haline gelir, entelektüel gelişimi ve hazzı engeller. Rekabeti teşvik ederek toplumun bütün yapısını çok dar bir bencillik sistemine indirger. Mülkiyet artık kendisi için değil, sağladığı paye ve statü için arzulanmaktadır.
Düşünebiliyor musunuz sahip oldukları servetleri, kendisinden sonra gelecek en az yedi kuşağa yetecek, ama yine de canını dişine takıp çalışırlar, emekçilerin hak gaspı için her türlü mücadeleden asla geri durmazlar, neden? Sahip olduğu iktidar erkini kaybetmek istemezler de ondan. İktidar erki, sahip olmak, servet edinmek kadar, onlara şirin gelmektedir; tıpkı feodallerin iktidar erkini bırakmamaları gibi….
Kapitalizm devrimci bir hareket olarak ortaya çıktı:
Oysa burjuvazi tarihe devrimci sınıf olarak çıktı. Marx; “burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır” der. Ve devamında: “Feodalizm ile ve onun müttefiki kilise ile mücadele ede ede iktidara gelmiştir.”
Burjuvazi, egemen olduğu her yerde, bütün feodal, ataerkil ve gerici dinsel ilişkilere son vermiştir. İnsanı “doğal büyüklerine” bağlayan karmakarışık feodal bağları parçalamış, insanla insan arasında yalın kişisel çıkardan, duygusuz “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmamıştır. Dini coşkunluğun, şövalye duygusallığının, uydurma duyguculuğun en yüksek heyecanlarını, bencil hesapların buz gibi soğuk suyunda boğmuştur. Kişisel değeri mübadele değerine çevirmiş, yok edilmeyecek sayısız fermanlı özgürlüğün yerine şu biricik, vicdan dışı özgürlüğü koymuştur.—Serbest Ticaret--Tek kelimeyle, dini ve politik aldatmacalarla örtülen sömürü yerine, yalın, utançsız, dolaysız, hayvanca sömürüyü getirmiştir.
Burjuvazi o zamana kadar sayılan ve saygıyla karışık bir korkuyla bakılan bütün meslekleri kutsal giyimlerinden soydu. Doktoru, avukatı, şairi, bilim adamını ücretli işçi yaptı.
Burjuvazi aileyi duygusal peçelerinden sıyırdı ve aile ilişkisini basit bir para ilişkisine indirgedi.
Ortaçağ’ın, gericilerin pek bayıldıkları insafsız kuvvet gösterisinin, kendine en çok yakışan tamamlayıcı nasıl en uyuşuk bir miskinlikte bulunduğunu burjuvazi açıkladı. İnsan etkinliğinin neleri gerçekleştirebileceğini ilk gösteren o oldu. Ve en büyük devrimci hamlesi, insanı ortaçağın insan-bağımlı ilişkilerinden kopararak, insan-meta ilişkilerine dönüştürerek emeği özgürleştirdi. Bu insana (proletaryaya) inkâr edilemez önemli demokratik özgürlükle kazandırırdı. Bu anlamda burjuva özgürlüklerinin biçimsel ifadeleri kuşkusuz büyük bir demokratik gelişmedir. Eşitlik ve insan hakları düşüncesi, insanın kendisini ortaya koyması ve insanın yüceliği duygusunun gelişmesiyle, onu kölelik, kast ve derebeylik psikolojisinden kurtulmasında önemli bir rol oynamıştır. Fakat gerçekte ise bu, insan özgürlüğüne yalnızca bireyci bir yaklaşımdır. Kapitalizm insan özgürlüğünden daha ziyade özel mülkiyet özgürlüğünü güvence altına alır. İnsan yalnızca bir mülkiyet insanı olarak ve ancak mülkiyeti ölçüsünde özgürdür. Bu da, bireyin özel mülkiyet yapıları içerisindeki durumunun en şematik manifestosudur: İnsan burada bir sınıfın bireyi olarak ortaya çıkar. Sınıfların varlığı, sınıf çelişkilerini ortaya çıkarır, bu da kapitalizmin kâbusudur.
Kapitalizm, doğası gereği toplumu, uzlaşmaz (antagonist) sınıflara ayrıştırır:
Kapitalizm, yoksul halk kesimlerinin ve proletaryanın desteğini arkasına alarak, feodalizmi, kanlı bir darbe ile yıkıp iktidarı ele geçerdi. İktidar yürüyüşünde burjuvazi, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik anlamına gelen, Fransızca “Liberte, Egalite, Fraternite” sloganlarını atarak bu desteği elde etti. Ama iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra bu sloganları birer birer terk etti. O günden sonra toplum, birbirine karşıt iki antagonist sınıftan oluşmaktadır. Bu iki karşıt sınıf, diyalektiğin “zıtların birliği” yasası gereği bir arada yaşasalar da, aslında birbirini yok etmek üzerine konumlanmışlardır; daha doğrusu proletarya, kendisini yaratan kapitalizmi, tüm varlığıyla ortadan kaldırıp sınıfsız, mülksüz, otoritersiz ve devletsiz bir toplumu yaratmayı hedeflemektedir.
Burjuvazi, en büyük darbeyi toplumsal ilişkilere vurur, mülk sahipleri ve mülksüzler ayrımı yaparak bireyi atomlaştırır ve onları birbirlerinin karşısına diker.
Tarihsel olarak baktığımızda özel mülkiyet doğal bir hak değildir, şayet doğal bir hak olarak kabul edilirse, bir avuç insanın, toplumun yarattığı tüm zenginliğe el koyarak, eşitliği ve özgürlüğü yok edeceğini önceden kabul etmek gerekir. Mülkiyet, meşru bir temele dayanamaz, tamamen bir hak gaspıdır, kökeni gaspa dayanır. Marksistler de, mülkiyeti, “zenginin yoksula karşı işlediği bir suç” olarak tanımlar. Dolayısıyla, özel mülkiyet gerçek özgürlüğün kaynağı olamaz. Özel mülkiyet insanları yalıtır, birbirlerinin karşısına koyar ve bu olaylar insanın insana yabancılaşmasına yol açar. Bu koşullar altında insan kendisini, varoluşçuların vurguladığı gibi yalnız, yitik ve yıkılmış hisseder. Kuşkusuz, herkesten uzakta olan birey yabancılaşma durumunu ayrımsamakta ve duyumsamaktadır. Pek çoğu, var olan kurallar çerçevesi içerisinde işlev gören sadık, uyumcu (komformist) ve boyun eğen kişiler haline gelerek kendilerini bu durumun psikolojisine uydursalar da, kitlenin çoğu öfkeli ve bu durumun biran önce sonlanması için mücadele vermektedir.
Sosyalistler, özel mülkiyete karşıdırlar, ama bilime ve onun yan ürünü olanı teknolojik gelişmeye karşı değiller, hatta yaşamayı ve çalışmayı kolaylaştıracak her türlü teknolojik gelişmeyi desteklerler. Buna karşın, israfa, aşırı tüketime ve doğayı tahrip edecek her türlü gelişmeye karşı dururlar. İnsanların ihtiyaçlarını sınırlaması ve basit bir hayat yaşaması halinde, doğanın herkese yeteceği iddiasıdır; yine de, güzel yaşamayı, keyifli ve zevkli bir hayatı asla mahkûm etmezler, çünkü insanı, tüm güzelliklere layık görür, onun için uğraş verirler.
Kapitalizm de paranın gücü:
Burjuvazi insanları birbirinden ayrıştırırken kullandığı en önemli enstrüman paradır, para, aynı zamanda ayrılmanın evrensel aracıdır. Birbirini sevmeyen, hatta nefret eden kişileri dahi, bir araya getirmenin gerçek aracı olduğu kadar, asıl ayrılma aracı da odur, toplumun galvano-kimyasal gücüdür. Başka bir ifadeyle kapitalizm, dostları ayrıştırır, düşmanlıkları barıştırır; çünkü çıkar ilişkileri her şeyin üstesinden gelir.
Shakespeare, paranın öncelikle iki özelliğini vurgular:
1-Bütün insani ve doğal ilişkileri, nitelikleri karşıtına çevirebilen göze görünür tanrı, nesnelerin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisidir; “imkânsızlıkları birbirine yaklaştırır.”
2- Evrensel oruspu, insanların ve halkların evrensel pezevengidir.
Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, imkânsızlıkları birleştirmek--paranın tanrısal gücü--insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışlaştırılmış türsel özelliği oluşundan yatar Para, insanlığın yabancılaşmış yeteneğidir.
Bir insan olarak yapamadığını, yani, bütün bireysel yetilerinin yapamadığı şeyi, para sayesinde yapabilirsin. Onun için para bu yetilerin her birini aslında olmadığı bir şey yapar, yani onu karşıtına dönüştürür. Bu anlamda para, gerçek yaratıcı güçtür.
Yeri gelmişken size bir Temel fıkrası anlatayım: Eline aldığı paraya bakan Temel şunları söyler; “ha uşağum, sana Tanrı desem günaha girerim, beri yandan da onun gördüğü işin görüyorsun da” demekle çok haklıdır.
Toplumdan ve insandan doğmayan, evrensel dışsal bir araç ve yeti olarak para, imgelemi gerçekliğe, gerçekliği de boş bir imgelem ürününe çevirebilme gücüne sahiptir; aynı şekilde, gerçek kusurları ve fantezileri, yani yalnızca bireyin imgeleminde varolan gerçekten güçsüz yetileri, gerçek yeti ve yeteneklere dönüştürebildiği gibi, gerçek insani ve doğal yetileri de katıksızca soyut fikirlere, dolayısıyla kusurlara, acı veren fantezilere dönüştürebilir. Böylece, bu özelliğe göre, genel olarak bireysellikleri dönüştüren, onları kendi karşıtları yapan, kendi yüklemlerine çelişik yüklemler ekleyen şey, paradır.
Bir çarpıtıcı güç olarak, bireye karşı, toplumsal bağlara ve öz olma iddiasında bulunan başka bağlara karşı gösterir kendini. Sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, iyiliği kötülüğe, kötülüğü iyiliğe, işçiyi patrona, patronu işçiye, saçmayı akla, aklı saçmaya çevirir.
Etkin ve varolan değer kavramı olarak para, her şeyi dönüştürdüğünde ve değiştirdiğine göre, her şeyin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisi, dolayısıyla dönüştürülmüş dünya, bütün insani ve doğal yeteneklerin dönüştürücüsü ve değiştiricisidir.
Cesareti satın alabilen kişi, korkak da olsa, cesurdur. Para, para sahibinin görüş açısından, belirli bir nitelik, belirli bir şey, ya da belirli insani yetilerle değil de insan ve doğanın bütün nesnel dünyası ile değiş tokuş edildiğine göre, her özellik ve nesnenin yerine, aralarında çelişik özellikler de bulunan, başka özellikleri koyar; imkânsızlıkların birleşmesini temsil eder, çelişik öğeleri kucaklaşmaya zorlar.
Yeniden başa dönersek, para, gerçekten evrensel bir oruspu, insanların ve halkların evrensel pezevengidir. Onun için kapitalizm, tez elden yıkılmalı, insanlığın hayatında çıkarılmalıdır; öylesine çıkarılmalıdır ki, insanlık bir daha böylesine vahşi, böylesine insanı ayrıştıran, yalıtan ve düşmanlaştıran bir üretim sistemiyle karşılaşmasın…
Nasıl bir toplum arzuluyoruz:
Yukarıda yazıldı, tanrısal gücü olmasına rağmen paranın, sahibine dahi mutluluk getirmediğini gördük. Peki, parasız bir dünya kurmak mümkün mü? Evet, mümkün. İnsanoğlunun uzun asırlar boyunca, para olmadan da yaşadıklarını, parasız bir dünya kurduklarını biliyoruz. Geçmişte, parasız bir dünya kurulmuşsa gelecekte de neden kurulmasın ki. İnsanoğlunun gelecek ütopyası, devletsiz, yetkisi ve otoritesi olmayan, sadece topluluklar arası koordinasyonu sağlayacak yönetimler ve parasız bir dünya yaratmak olacaktır. Bu toplumda sömüren-sömürülen olmayacak, emir-kumandan sitemine dayalı hiyerarşi işlemeyecek, polisi-mahkemesi, hapishanesi olmayacaktır. Devlet ortadan kalkacağı için devleti koruyan hukuk ve din de olmayacaktır, onların yerini özgür birey ve ahlaklı toplum alacaktır. Ahlak, toplumun temel değeri olacaktır. Ahlaklı bir toplumda herkes sevdiği ve yapabileceği işi yapacak; çalışma, toplumsal bir görevin gereği olarak yapılacak ve günün ancak üç-dört saatini alacaktır, ama herkes çalışacak, üretecek, tembelliğe pirim verilmeyecektir. Üretici olan herkes aynı zamanda birer tüketici olduğundan, ihtiyacı oranında toplumsal üretimden pay alacaktır. Bolluk toplumu mutlaka yaratılacak ve bu toplumda, sevgi tek egemen güç olacaktır. Sevgi, güven ve erdem, paranın bugünkü kudretinin yerini alacaktır.
İnsanlar, sevdikleri işi yaptıkları zaman başarılı olurlar, tercih yapmaları içinde insanların çok yönlü yetişmeleri gerekir; geleceğin toplumu insanlara bu imkânı sağlayacaktır. Marx, şunları yazar: “Herkesin yalnız kendine ayrılmış bir etkinlik alanı yoktur komünist toplumda; her birey, istediği her alanda kendini yetiştirip yetkin kılabilir. Genel üretimi toplum düzenler ve yönetir. Ve böylece aynı toplum, hiçbir vakit ne avcı, ne çoban, ne de eleştirmen olmama gerek kalmaksızın, sadece kendi keyfimin istediği biçimde bugün şunu, yarın bunu yapma, sabahleyin avlanma, öğleden sonra hayvan yetiştirme ve bu arada şunu bunu eleştirme olanağı sağlar bana.” (*4)Çok yönlülük gelecek toplumun ereği olacaktır.
İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul edersiniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, vb., değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, gerçekten başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla—ve doğayla—ilişkilerinizin her biri gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı, iradenizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bu sizin için bir talihsizliktir.
Ahlaklı ve erdemli bir toplum yaratılarak, bolluk toplumuna ulaşmak bugünden yarına olacak iş değildir, bu bir süreç işidir; önemli olan kervanı yolla dizmektir ve kervan yolla çıkmıştır. Marx da, amaçlanan, “varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplum kurulmasıdır” der. Yeni toplumda, üretim araçları toplumun kolektif mülkiyetine geçecek, mülkiyet ortak ve toplum sınıfsız olacaktır. Böylesi bir toplumda, bireyler, kendi yetenekleri dâhil sahip oldukları her şeyin bütünün yararı için kullanması sağlanacaktır. İnsanlar, yeteneklerine göre topluma katkı sunacaklar ve ihtiyaçları kadar alacaklardır. Uzun vadede toplumsal eşitlik sağlanacak; emek bütünleştirilecek ve her türlü işin eşit derecede olduğu kabul edilecektir. Bu artık komünist toplum aşamasıdır.
Toplum, çürümüş kapitalist sistemden komünist topluma, “sosyalizm aşaması” denilen bir ara aşamadan geçerek ulaşacaktır. Marx, bu görkemli aşamayı şöyle anlatır: “Komünist toplumun bir üst aşamasında, bireyleri işbölümüne köleleştirici biçimde bağımlı kılan durum ve bu durumla birlikte kafa işi ile el işi arasındaki karşıtlık ortadan kalktığı; emek sadece yaşamanın aracı değil, varoluşun ilk ihtiyacı haline geldiği; bireylerin bütün yönlerde gelişmesi sonucu üretici güçler şaşmaz ve sürekli bir hız kazanıp kolektif zenginliğin kaynakları dört bir yandan fışkırdığı vakit, ancak o vakit evet, burjuva hukukunun dar ufku tamamıyla geride bırakılabilecek ve toplum, bayraklarının üzerine şu sözleri yazabilecektir: HERKESEN YETENEKLERİNE, HERKESE İHTİYAÇLARINA GÖRE.” (*5)
Geleceğin toplumunu kurmak kadar, günümüzde toplumu tehlikeye sürükleyen ve acil çözüm bekleyen bir başka sorun da; bozulan çevresel denge ile ona neden olan ve bir türlü önü alınamayan, nereye de gideceği belli olmayan teknolojik gelişmelerdir. Bu konuda biz sosyalistler kaygı duysak da, teknolojik gelişmeye karşı olmayız/olamayız. Bu aşamadan sonra saati tersine çeviremeyiz; sadece denetimsiz sanayileşmenin feci sonuçlarından kaçınmalıyız ve yerel özerklikleri olabildiğince genişletmeye çalışmalıyız. Bunları yaparken de hayatı basitleştirmeye çalışacağız ve herhangi bir nesneye—mülke, paraya veya günümüzde ki teknolojik bağımlılığa-- bağlanmamaya çalışacağız, ama her türlü—entelektüel, ahlaki, fiziksel ve tensel--hazın da bir insan hakkı olduğunu asla unutmadan, başaracağız bütün bu şeyleri….
Hüsnü GÜRBEY
(*1)K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Orhan Suda: May Yayınları, İstanbul, 1974. s,126
(*2) Denis, Henri; Ekonomik Doktrinler Tarihi I., Çev: Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1973, s, 252
(*3)Denis, Henri; age, s,437
(*4) Denis, Henri; age, s, 444
(*5) Denis, Henri; age, s,484
Not: Bu makale Temmuz 2021 ve sayı: 10.’da Sosyalist Mezopotamya’da yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder