BATI’DA İNSANLARIN CANI YANMADIKCA:

 

BATI’DA İNSANLARIN CANI YANMADIKCA:

Türkiye Kürdistan’ında Ağustos 1984 tarihinde başlayan ve 1990’larda hızlanan, 2018 tarihinden itibaren de Roja’ya ve Güney Kürdistan topraklarına taşınan, kimilerine göre düşük yoğunluklu, kimilerine göre gayri nizami harpte,  Kürdistan coğrafyası tahrip edilirken, Batı’da yoksul halk, çocuklarının kaybı dışında,  toplumun pek canı yanmadı. Savaşın sebep olduk yoğun ekonomik giderler; hükümetler, ellerindeki çeşitli imkânları kullanarak halka yansıtmamaya çalıştılar, bazılarının ise hiç canı yanmadı; ülkenin bir yerinde (doğusunda)  yangın varken, onlar görmemezlikten, duymazlıktan geldiler; yangının birgün ülkeyi saracağını hiç düşünmeden yaşantılarını, lüks yaşam tarzlarını sürdürmeye devam ettiler. Bundan olacak ki, çözümsüzlük hâli sürdükçe sürdü…

Bir türlü sonlandırılmayan savaş ve artan askeri masraflar, üstün teknolojik silahlara yapılan ödemeler, pandemi ile birlikte üretimdeki düşüşler de eklenince, biriken borç stokları çevrilmez oldu. Buna ilaveten, ülkenin pazarlanan jeopolitik konumu da müttefikleri tarafından eskiden olduğu gibi dikkate alınmayınca, ülke, ekonomik olarak çökmenin eşiğine geldi.

Ancak bu sefer ki kriz, ekonomik çöküntü sadece dar gelirliyi değil, toplumun büyük bir kesimini, özellikle Özal’ın gururla bahsettiği orta direği sarstı. Evet, orta sınıf hızla çöküyor ve kriz, Doğu’da olduğu kadar Batıda da insanların canını yakıyor.

Ağırlaşan Ekonomik koşullar:

Türkiye’de yaşanan bu krizi iyi analiz etmek gerekiyor, çünkü kriz son birkaç yılın krizi değildir; 1984’ten itibaren artarak devam eden kirli bir savaşın, bir yok etmenin krizidir. Türkiye ısrarla sürdürdüğü bu haksız savaşın bedeli çok ağır oldu; kaybettiği şey, yalnızca insan hayatı, genç asker ve subayların hayatı değil, aynı zamanda milyarlarca dolar, yani kaynaklarının büyük bir bölümü oldu.

Türkiye bugün gıda tedarikinde büyük bir sıkıntı yaşıyor; çarşı ve manavların yanına yaklaşılmıyor ve milyonlarca insan beslenme sorunuyla karşı karşıya.  Bırakınız sosyal bir devlet olmayı, yurttaşını doyurmak devletin varlık sebebi. Devlet bunun için var ve bu bilinç antik çağdan beri geçerli. Mısır’da, Fravun-Yusuf ilişkisini çoğunuz bilirsiniz. Fravun’unun rüyasını analiz eden Hz. Yusuf ne diyor: “yedi bolluk yılın ardından, yedi yıl kıtlık olacak, halkını bu kıtlık yıllarında yok olmasını istemiyorsan, bolluk yıllarında gıda stoku yap”. Yani devletin asli görevini Fravun’a hatırlatıyor. 

Ülke sadece, tarımsal ürünlerde sıkıntı yaşamıyor, hayvansal gıdalarda büyük sıkıntı içerisinde, et, süt, peynir vs.’ye ulaşılamıyor; ulaşana da toplumun büyük bir kesiminin gücü yetmiyor. Çocuklar yeterli protein almadan yetişiyorlar ve gelecekte gelişimini tamamlamamış bir nesil geliyor. Nedeni ise, bilinçsizce boşaltılan Kürt köyleridir. İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerine göre 3,500-4,000 arası köy ve mezra boşaltılmış, 3-4 milyon arası insan göçmen durumuna düşürülmüş.  İşin acı yanı ise, göç eden bu insanların büyük kesiminin geriye dönemiyor olması. Tabi bunun da çeşitli nedenleri var, insanlar korkuyorlar ve bir daha aynı acıyı yaşamak, çocuklarına yaşatmak istemiyorlar. Onun da ötesinde şehir yaşamına, konforuna alışan bir nesil yetişmiş, tarım nedir, hayvancılık nedir, nasıl yapılır bilmeyen bir nesil… Ve bu insanları geri götürmek, dağlarda, yaylarda koyun otlatmayı bekleyemezsiniz, zaten onlarda gitmek istemiyor…

Sorun dün Kürt sorunuydu, bugün Türkiye sorunu olmuş. Bu sorun çözülmeden, Türkiye’nin ne gıda tedarik sorunu çözülür ne de yurttaşın ulaşabileceği ucuz gıdaya. Çözüm ise, çoğulcu demokrasi içinde aranmalı. Yerel yönetimlere daha çok yetki devretmeli ve yerel yönetimleri üretimin asli unsuru haline getirilmeli. Yerel yönetimler güçlendikçe, üretim yaptıkça, metropoller hem kaliteli hem de daha ucuz gıdaya ulaşır. Tabi bunun için önce devletin, savaş ısrarında vazgeçmeli, bölünme korkusu aşılmalı, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını tanıyarak, anayasal güvence altına almalıdır. Bu konuda Türkiyeli emekçi sınıflarına büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Türkiyeli emekçi sınıfları bu sorumluğunun bilinciyle meydanlara çıkmalı, bu bilinçle I Mayıs’ı kutlamalı….

13.4.2022

Hüsnü GÜRBEY

NOT:

Makale, bu sezonun son yazısıdır.

16 Nisan  2022 tarihinde, saat  1’den sonra KAYY-DER’de dostlarla buluşacağız….

 

 

SENİ UNUTMADIK ÇİLLER/ EM TE BÎRNAKİN!

 

SENİ UNUTMADIK ÇİLLER/ EM TE BÎRNAKİN!

Tansu Çiller Hanımefendi ; “halkımı özledim, daha yapacaklarım var” diyor ve siyasete geri dönüş sinyalini veriyor.

Sayın Çiller bunları söylerken; muhakkak ki herkesi balık hafızalı zannediyor.

Halk daha önce senin ne/neler yaptığını çok iyi biliyor ve unutmuyor!

Halk senden hizmet değil, hesap vermeni bekliyor.

1990’lı yılların o karanlık günlerine dönmeden önce, neler olduğuna bir bakalım. 17 Nisan 1993’te Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani ölümüyle, DYP-SHP koalisyon hükümetinin başbakanı Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller’de başbakan oldu. Genç ve güzel bir kadının başbakan olması, Cumhuriyet tarihinde bir ilkti.

Toplumun her kesiminde bir umut doğdu; çünkü kadın doğası gereği yumuşaktı ve barışçıl bir varlıktı. Türkiye sorunlarını, özellikle de Kürt sorununu barışçıl bir anlayışla, demokrasi içinde çözecekti; hatta kendisi de bu yönde demeçler verdi, İspanya-Bask modelinde bahsetti. Ancak öyle olmadı, önce askerle ve Türkiye derin devletiyle tanıştı; bu güzel kadından çok kısa sürede katı yürekli erkek gibi bir kadın yaratıldı. Hukukun rafa kaldırıldığı bir döneme giriliyordu; bul /ez/yok et dönemi başlamıştı. Kürtler tarihte görmedikleri bir şiddetle karşılaştılar.

Dönemin güçlü Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş, Çilleri kastederek; “O tak diye emrediyor, ben şak diye yapıyorum” sözleri biz istesek de hafımız silemiyor.

Sen bu sözlerle tarihe geçtin, ama yoksul Kürt köylülerinin canına da ot tıkadın. Binlerce köyü, on binlerce evi acımasızca yaktın/yaktırdın.

Köy yakılmaları sorulunca; “ne malum PKK helikopterleri tarafından yakılmadı” diyerek halkla dalga geçtin...

Senin iktidarın sırasında, 3500-4500 arası köy ve mezra haritadan silindi, 3,5-4 milyona yakın insanımıza yol-yordam göstermeden, hiçbir maddi katkıda bulunmadan köylerinin dışına atınız. Kışın ortasında, bu kadar insan, nereye gideceğini, ne yiyip içeceğini hiç düşündünüz mü? Vicdanınız sızlayıp uykunuz kaçtı mı hiç.

4 Kasım 1993'te söylediğiniz şu sözler:  "Elimizde PKK'ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK'yla olduğu gibi, PKK'ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir" dediniz. Bu insanlar suçluduysa mahkemeye verseydiniz. Niye gece yarıları evlerinden aldınız ve Adapazarı-Sapanca arasındaki ölüm üçgeni denilen yerde her gün birinin cesedini atınız.

Emniyet Genel Müdürünüz Mehmet Ağar’ın itiraf ettiği gibi; “Bin Operasyon” yaptırdınız; oluşturduğunuz ölüm timlerinizle, her yere korku saldınız ve binlerce masun, günahsız insanın ölümüne neden oldunuz. 17 bin faili meçhul(!) cinayet sizin iktidarınız döneminde işlendi, koyun değildi, insandı ölenler.

Hafızasını kurcalayanlar çok iyi hatırlar, 3 Kasım 1996’da Susurluk da biz kaza oldu, Devlet-Ülkücü-Mafya kirli ilişkileri ortaya saçıldı. Siz, olayı soruşturacağınıza, suçluları korudunuz ve şunu dediniz:   “Devlet için kurşun atan da yiyende şereflidir.”

Ardından başlayan protestolara—bir dakikalık ışık kapatma eylemi—ortağınızla birlikte glu glu dansı diyerek alaya aldınız…

Dünya halkları, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Alevi karşıtı yeni bir pogroma tanık oldu; çoğunluğu Alevi olan solcu entelektüellerin toplandığı bir oteli (Madımak) gerici güruh tarafından yakıldı, gencecik yaşlarında pırıl pırıl 33 kişinin ölümüne neden oldular. İnsanların, aydınların bütün çağrılarına kulaklarınızı tıkadınız ve devletin güvenlik güçlerini harekete geçirmediniz. Üstelik: “Oteli kuşatan yurttaşlarımızdan hiçbiri zarar görmedi” dediniz. Bunu söylerken hiç hicap duydunuz mu? Benimkisi de merak işte…

Olaylar, kırdığınız gaflar bununla bitmiyor Sayın Çiller!

12 Mart 1995 tarihinde İstanbul’un Sultangazi İlçesi'ne bağlı Gazi Mahallesinde bir kışkırtma sonucu patlak veren ardından şehrin muhtemel semtlerine ve Ankara’ya da sıçrayan, yaklaşık bir hafta süren,  22 kişinin ölümüne ve 300’den fazla insanın yaralanmasına neden olan olaylarda sizin dönemizde oldu.

Ve siz:” Açıkça söylüyorum; devlet bu kadar sağduyulu ve olaya bu kadar hâkim olmasaydı, bugün kontrol altına alınmış olan bu olay çok daha vahim bir hale gelebilirdi" dediniz.

Bununla da yetinmediniz olayların bir numaralı sorumluları olan dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Emniyet Müdürü Necdet Menzir ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’, 1995 yılı seçimlerinde Doğru Yol Partisi’nden milletvekili adayı yaptınız, meclise alarak onları dokunulmazlık zırhı ile korudunuz.

Siz Kürtlerin ve Alevilerin şahsında insanlığa karşı suç işlediniz Sayın Çiller.

 Bilmiyorsanız, ben size hatırlatayım: İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı uygulanamaz!

Zamanaşımının işlemeyeceği kabul edilen insanlığa karşı suç TCK Md. 77'de; "Bir plan doğrultusunda; siyasal, felsefî, ırkî veya dinî saiklerle nüfusun sivil bir grubuna karşı sürgün etme, tutsaklaştırma, kitlesel biçimde ve sistemli olarak kişilerin öldürülmesi, insanların kaçırıldıktan sonra yok edilmeleri, insanları işkence veya insanlık dışı işlemlere veya bireysel biyolojik deneylere tâbi kılma, cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı, zorla hamile bırakma, zorla fuhşa sevk etme fiilleri…" olarak tanımlanmıştır. Cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır.

Sizin elleriniz kirlidir/kirlenmiştir Sayın Bayan Çiller.

Ve siz, bu gerçekle yüzleşmelisiniz!

Frantz Fanon’un, “Siyah Deri Beyaz Maskeler” kitabına aldığı şiir, sanki sizi çağrıştırıyor gibidir:

 “Babamı öldürdü Beyaz

Çünkü babam gururluydu

Anneme tecavüz etti Beyaz

Çünkü annem güzeldi

Yolların güneşinde ağabeyimin belini büktü Beyaz

Çünkü ağabeyim güçlüydü

Sonra bana döndü beyaz

Elleri kandan kırmızıydı

Tiksinti Siyah püskürdü yüzüme

Sonra o efendi sesiyle:

‘Hey boy, bir Berger (leğen), bir havlu, biraz da su.’” (Fanon, 2020; 110)

Bence siz evinizde oturun anılarınızı yazın, vicdanınız sızlıyorsa itiraflarda bulunursunuz, sızlamıyorsa, güllün eğlenin ve keyfinize bakın. Ama halkın önüne asla çıkmayın…

26.3. 2022

Hüsnü GÜRBEY

 

 

KİMYASAL SİLAH VE ZEHİRLİ GAZ KULLANMAK İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ SUÇLARDIR:

 

KİMYASAL SİLAH VE ZEHİRLİ GAZ KULLANMAK İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ SUÇLARDIR:

Kimyasal silah ya da zehirli gaz kullanmak suçtur, öyle olmasına karşı pek çok ülke, özellikle azgelişmiş ülkeler kendi ülkelerindeki etnik azınlıklar üzerinde cömertçe kullanmışlar, kullanmaktan imtina duymamışlardır.

Kimyasal silah tedarik eden ve kullanan ülkelere baktığımızda, etnik sorunlarını çözememiş, toplumsal barışını, iç huzurunu sağlayamamış, gelir adaletsizliğinin had safhada olduğu, otoriter, baskıcı, azgelişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin pek çoğu da emperyalist ülkeler tarafından, etnik, dini ve toplumsal özellikleri dikkate alınmadan sınırları masa başından cetvelle çizilen sorunlu ülkelerdir. Dolayısıyla bu ülkelerde iç huzur veya toplumsal barış hiçbir zaman sağlanamamış, hep sorunlu ve iç çatışmalara sahne olmaktadır. Gelişmiş batılı ülkeler zehirli gazları üretirken, bu tür ülkeler tarafından da talep edilmiş ve kolaylıkla bu silahlara ulaşabildikleri gibi, cezai bir müeyyideyle de karşılaşmamışlar.

Bir etnik azınlık olan Kürtler (!) tarihte en fazla zehirli gazlara maruz kalan bir halktır. İlkin 1937-38 yılları arasında Dersim’de kullanılan zehirli gazlarla Kürtler; mağaralarda “fareler gibi zehirletildiklerini” bizzat devlet yetkililerinin ağzından duyduk. (*1)

Türkiye Cumhuriyeti ’de Dersim’de kullandığı zehirli gazlardan dolayı uluslararası bir kurum tarafından soruşturulmamış ve herhangi bir müeyyideyle karşılaşmamıştır. Cezasız kalan her suç, suç olmaktan çıkar; gazı kullanan ülkeye bir üstünlük sağlar. Bundan dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri, Kürt gerillalarıyla zaman zaman girdikleri çatışmalarda cinsi belirlenmeyen zehirli gaz ve/veya gazlar kullandığı iddia edilmektedir; ölü ele geçirilen gerilla cesetlerinde bulunan yanıklar bunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Bu durum zaman zaman demokratik kitle örgütleri tarafından gündeme taşınmasına rağmen, yetkililer tarafından herhangi bir açıklama yapılmadığı gibi, bu tür şikâyetler sonlanmamıştır da. Ayrıca köylerin boşatılması sırasında köylülere tanınan bir-iki saatlik süre, ardından evlere atılan yanıcı beyaz tozun ne olduğu, toprağa ne tür etkileri olduğu günümüze kadar bir açıklaması yapılmamıştır.

Sınırları, emperyalist devletlerce cetvelle çizilen Ortadoğu’nun sorunlu ülkeleri, Kürdistan’ı aralarında bölüşen [Türkiye, İran, Irak ve Suriye] ülkelerdir. Bu dört ülke sınırları içinde yaşayan Kürtlere, ulusal-demokratik haklarını tanıyacakları yerde onların varlığını ret ve inkâr etmektedirler. Dolayısıyla bu ülkeler kuruluşlarından itibaren Kürt sorunu yaşamakta ve bu sorunla mücadele ediyorlar. Mücadelenin çok kızıştığı anlarda ise daha önceden Batı’nın gelişmiş ülkelerinden tedarik ettikleri kimyasal silahları kullanmaktan çekinmemişlerdir. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ta bunlardan sadece birisidir.

Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, 1980-88 yılları arasında Batılı emperyalist ülkelerin kışkırtmasıyla İran Molla rejimine saldırdı; fakat hiç beklemediği bir direniş ile karşılaşınca, tüm kaynaklarını tüketinceye kadar yani 1988 yılına kadar savaştı. Savaş esnasında her iki tarafta karşılıklı olarak karşı taraftaki Kürtlerle oynadılar. Savaşın sonlarına doğru İran sınırına çok yakın 40 bin nüfuslu bir kasaba olan Halepçe(15 Mart 1988) Kürt güçlerinin eline geçince; bunu hazmedemeyen Saddam Hüseyin, lakabı “Kimyasal Ali” olan kuzeni Ali Hasan el Mecid’e Halepçe’yi bombalamasını emreder. Kasaba, savaş uçakları ve topçu birlikleri tarafından ateş altına alınır. Kürt güçleri kasabadan çekilmesine rağmen Ali Hasan el Mecid, hiç acımadan 16 Mart 1988 tarihinde kasabayı kimyasal silahlarla vurur. Kasabaya düşen bombalar önce halkın anlayamadığı güzel bir elma kokusu yayar, çocuklar "Daye binâ behna sevê tê" [ Anne elma kokusu geliyor] derler ama o koku onların sonu olur. Sonuç olarak 5 binden fazla ölü ve 7 bin yaralı ardına bırakır. Kurtulanlar, yanlarına hiçbir şey almadan yönlerini kuzeye ve Türkiye’ye çevirirler. İnsanlık tarihinin en dramatik göç hikâyesi bundan sonra başlayacaktır.

Olay yerine ilk varan Sınır Tanımayan Doktorlar ekibi, hardal gazı kullanıldığını teyit ederler. Belçikalı ve Hollandalı doktorlardan oluşan bu ekip, kullanılan zehirler arasında muhtemelen siyanür de olduğunu bildirdi. Bu gazların üretilmesine, Irak teknolojisinin yetersiz kaldığını biliyoruz. O halde bu gazları hangi ülke veya ülkeler üretti ve Irak’a sattı. Bu sorunun cevabını bugün dahi almış değiliz. Bu konuda Avrupa ülkeleri üç maymuna oynamışlardır. İlginç olan ise eski alışkanlıklarından bir türlü sıyrılamayan pek-çok insanımız, Ortadoğu’da ABD’nin sıçrama tahtası olarak gördükleri ve Filistin’i işgal ettikleri bahanesiyle her gün lanetledikleri İsrail; Halepçe katliamını kınamış, lanetlemiş ve dünyaya duyurmuştur. Yanlış duymadınız dünyada sadece bir tek İsrail Devleti, Halepçe katliamını kınamıştır.

Halepçe katliamı, insanlık tarihinde sivilleri hedef alan en büyük kimyasal saldırı olarak tarihe geçmesine rağmen ne Batı dünyası ne de İslam âleminde bir kınama gelmemiştir. 1988 yılının sonbaharında Kuveyt’e toplanan İslam İşbirliği Teşkilatının toplantısında, İslam ülkelerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar, Kıbrıs ve Filistin sorunları tartışılır ama hemen yanı başlarında kimyasal silahlarla katledilen çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 5 bin Kürdün ölümü ve yaşanan dram bir türlü gündemine almazlar.

Gerek kimyasal silah olsun gerekse zehirli gaz kullanımı olsun bir insanlık suçudur. Bu suçu işleyenler mutlaka cezalandırılmalıdırlar. Bu yapılmadığı sürece bu tür ülkeler tarafından kimyasal silahların kullanılması devam edecektir.

Zehirli gazların veya kimyasal silahların kullanılmasının Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yasaklanması ancak 1992 yılında yasalaşacaktır. Dünya Silahsızlanma Konferansı, “Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme” raporunu 2 Eylül 1992 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 30 Kasım 1992 tarihinde sözleşmeyi onaylar. BM Genel Sekreteri de 13 Ocak 1993 tarihinde Paris’te sözleşmeyi imzaya açar ve Kimyasal Silahlar Sözleşmesi (CWC) yürürlüğe girdiğini, BM üye tüm devletlerin sözleşmeyi en geç 1997 yılına kadar imzalamaları gerektiğini açıklar. Buna rağmen Türkiye, bu yasaya ancak 2006 yılında uyacağını taahhüt eder. Kimyasal Silahların Önlenmesi Sözleşmesi (CWC)’nin yedinci maddesi kapsamında 5564 sayılı “Kimyasal Silahların Geliştirilmesi, Üretimi, Stoklanması ve Kullanımının Yasaklanması Hakkında Kanun” 14 Aralık 2006 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda kabul edilir ve 21 Aralık 2006 tarihinde yürürlüğe girer.(*2)

Kimyasal silahların bu kadar geç bir tarihte BM tarafından yasaklanması oldukça anlamlıdır; bunun nedeni ise bu silahları gelişmiş Batılı ülkeler tarafından üretilmesi ve müşterilerinin ise azgelişmiş ülkeler olması ve bu ülkeler tarafından cömertçe sipariş edilmesidir.

2017 yılında Suriye rejiminin Kuzeybatıdaki muhalif güçlere karşı kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle ABD ve müttefikleri tarafından askeri tesisleri bombalanmıştır; fakat bu yetersizdir. Daha tutarlı cezalar ve cezai müeyyideler gereklidir. Nerede ve kime karşı kimyasal silah kullanılırsa kullanılsın mutlaka karşı durulmalı, kitlesel olarak harekete geçilmelidir; unutulmasın ki, sessizlik egemen güçleri cesaretlendirmektedir. Dün Dersim’de, Halepçe’de kullanılan zehirli gazların, yarın bir başka yerde kullanılmayacağının garantisi yoktur. Kaldı ki, 2013 Taksim Geziparkı olaylarında polis tarafından orantısızca kullanılan biber gazlarının kitle üzerinde ne tür etkileri olduğu hâlâ bilinmiyor, tek bilinenin gazı yiyenlerin pek çoğunda astım hastalığının görülmesidir.

İnsanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine giren zehirli gazların üretimi ve kullanılmasının yasaklanması için tüm demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların ve siyasal partilerin birlikte hareket etmesi gerekir. Bir daha Dersim ve Halepçe’lerin yaşanmaması için, hepimize iş düşüyor. O halde hep birlikte zehirli gazların, (biber gazı da dâhil olmak üzere) üretilmesini ve kullanılmasını durdurmak için barışçıl direnişlerle protesto edelim…

16.3. 2022

Hüsnü GÜRBEY

Dip not:

(*1) Çağlayangil İhsan Sabri;  Anılarım, Yılmaz Yayınları, İstanbul, 1990

 (*2; Kaynak Linki : http://hukukbook.com/kimyasal-silahlarin-onlenmesi-sozlesmesi-cwc/

 

 

 

 

14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ:

 

14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ:

14 Şubat sevgililer gününü önemsiyorum ve kutluyorum; içinde sevgilinin, sevginin geçtiği gün, nasıl kutlanmaz ki.

Burjuvazi içini boşaltıp kendi dar çıkarları için kullanmaya çalışsa da, öneminde hiçbir şey kaybetmeyecektir, çünkü tarihsel bir mirasa sahip ve gelecekte de olacak.

Siz zannediyor musunuz ki, insanlık, sevgiye, sevgiliye kolay ulaşmış, hiç de öyle değil; birbirlerini ancak gerdek gecesi gördüklerini, yakın zamanlarda dahi duyanlarınız mutlaka olmuştur. Demek ki bu uğurda insanlık, bedel ödemiş, çok emek harcamış, harcamaya da devam ediyor…

Sevgili olabilmek için, sevgiliyle sevgiyi doyasına yaşamak için, önce tarafların her ikisinin de özgür olması gerekir; çünkü aşk ve mutluluk özgür bireyler arasında yaşanır.

 Özgürlük: Ancak mülkiyetsiz ve sınıfsız bir toplumda kazanılabilir.

Mülkiyet ilişkilerinin egemen olduğu her toplum biçimin de, özgürlükten bahsedilemez; orada bağımlılık ilişkileri vardır.

Bağımlılık ilişkilerinin olduğu toplumlarda, sevgi ve aşka yer yoktur; ilahlar yasak ve haram kılmışladır.

Tarihte bağımlı ilişkilerin en yoğun yaşadığı toplum, feodal toplum biçimidir. Feodal sistemin veya feodal üretim biçiminin ideoloji dindir. Ortadoğu ve Avrupa’da egemen olan din ise semavi dinlerdir; en katı kurallar ise bu dinlerde görülür: Üstelik onlardan arta kalan tabular bugün de etkilidir.

Semavi dinler aşkı, günah saymıştır, yasaktır aşk; ancak aşkın dünya da serbest; hem de ne aşk: Bir yandan huriler, öte yandan şarap akan nehirler… Doldur tasa şarabı ve sarıl huriye…

Düşünebiliyor musunuz bu dünya da günah sayılan aşk ve haram kılınan şarap, aşkın dünya da serbest!

Bunlara inanan; varsın aşksız şarapsız yaşasın.

Şairin dediği gibi: “Ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.”

Öyle de olsa hayat çok kısadır ve tekrarı yoktur.

Önce tabular yok edilmelidir; o tabular ki, asırlardır toplumu bir cenderede sıkıştırmaktadır.

Yıkmalıyız tabuları, tıpkı zincirlerimizi kıracağımız gibi.

Sonra yaşamak gerek her şeyi, deli dolu ve sınırsızca…

 Tarihte Antik Yunanlılar, Bakhose ve Dionysos şenliklerinde bu çılgınlığı yaşadı; ne mutlu onlara.

Gelecekte de yaşanacak…

Gençler, genç kalanlar, sizi hayata bağlayan bir aşkınız mutlaka olmalı, yoksa arayın, hem de sonsuza dek…

Son söz: “Sarp kayadan açan güle merhaba!”

İşte budur aşk!

14.02.2022

Hüsnü GÜRBEY