Sürekli günceli takip etmek, günceli yazmak insanı bıktırıyor, istedim ki biraz da güncelden uzaklaşıp, bilim dünyasından olup-bitenleri, bilimsel tarihin gelişme aşamalarını inceleyip dostlarımla paylaşayım, derken, birden, Türkiye’deki eğitim anlayışını hatırlayınca yeniden gündemin içine düşmekten kendimi son anda çektim. Düşünebiliyor musunuz XXI. yüzyılın içindeyiz ve Türkiye’de Evrim Teorisinden ve Darwin’den bihaber nesiller yetiştiriliyor. Yıllarca okuyup üniversite bitiren sayısız genç, insanlığın Âdem-Hava’dan ve cennetten kovularak geldiğine inanıyor. Dinsel gericilik her yanımızı sarmış; tuvalete nasıl gireceğimize, nasıl tuvalet ihtiyacımızı gidereceğimize dair müdahale edecek kadar güncel yaşamın içine girmiş durumda. Oysa insanlığın kurtuluşu din de değil bilimdedir, ancak bilim insanlığı karanlıktan çıkarıp aydınlığa kavuşturacaktır. Aşağıdaki makale bu yolculuğun küçük bir kesitini sunmaktadır…
Bilim, hepinizin bildiği gibi dinden ayrışmasıyla, gelişim yolunu girdi ve bunu da Antik Yunanistan’da gerçekleştirebildi. Bu bakımdan insanlık Antik Yunan’a çok şey borçludur.
Antik Yunanlıların bilime en büyük katkıları matematik alanında olmuştur; özellikle geometrideki başarıları göz kamaştırıcıdır. Pythagoras adını taşıyan teorem, Yunanlıların en yetkin geometrik buluşlarından biridir. Buna eş sayılabilecek buluşlardan biri de elips, hiperbol ve parabol diye bilinen eğriler (koni kesitleri) üzerindeki incelemeleridir.
Buna karşın aritmetikte oldukça geri kalmışlardı, bunun nedeni ise onluk sistemi bilmemelerinde kaynaklanıyor. Onluk sisteminin temeli ise SIFIRA DAYANIR. Sıfır çok önemli bir buluştur. Aslında kendi başına bir değeri yoktur, hiçliği ifade eder, ama bir sayının sağına getirildiğinde değerini on kat artırır, soluna getirildiğinde değerini on kar düşürür. Sıfır, bir Hint buluşudur ve Araplar aracılığıyla Avrupa’ya geçmiştir.
Antik Yunanlıların sıfırı bilmeyişleri, bilim tarihine ne kadar olumsuz etkilediğini, ancak Amerikan yerlilerinin tekerleği bilmeyişleri kadar uygarlık gelişimini etkilemiştir.
Bu teknik eksikliklerine karşın, Yunanlılar sayılar teorisinin temelini attılar, asal sayıların önemini kavradılar. “irrasyonel” denilen iki tam sayının bölümü olarak yazılmayan sayıların varlığını ortaya koydular.
Matematiğe yaptıkları en büyük katkılardan birisi de, İ. Ö. 300 sıralarında Yunan uygarlığının merkezi haline gelen İskenderiye’de yaşayan Euclid’ın, geometriye aksiyometik bir yapı vermiş olmasıdır. Euclid’ın kurduğu sistem dedüktif—bir bilgi alanındaki tüm önermelerin aksiyon ve teorem olarak mantıksal ilişki içinde düzenlenişi—düşünmenin gücünü sergileyen bir örnek olarak daima övgü toplamıştır.
Yunanlıların ampirik (deneysel) bilimlerdeki başarıları matematiksel metotlara yer veren alanlarla sınırlıdır. Astromileri en parlak katına İ. S. II. yüzyılda yaşayan İskenderiyeli Ptolemy (Batlamyus)”ın sisteminde ulaşır.
Kendinden önceki dönemlerin astronomideki gözlemlerini ve geometrik ispatlamayı kullanan Ptolemy, dünyanın küresel olduğunu kanıtlar. Ancak dünyanın hareket etmediğine, yıldızları, ay ve güneşi taşıyan gök kubbenin onun çevresinde döndüğüne kesin gözüyle bakıyordu.
Hareket halindeki kubbede başka hareketlerde vardı ona göre. Güneş, ay ve yıldızlar arasında değişmez bir konuma bağlı olmayıp kendine özgü çembersel yörüngeler çiziyordu. Gezegenler, garip eğriler üzerinde dönüyorlardı. Ptolemy bu eğrileri, aynı zamanda yapılan iki çembersel hareketin sonucu sayıyordu; tıpkı lunaparkta eksentrik biçimde büyükçe bir atlıkarınca üzerine yerleştirilmiş küçük bir atlıkarıncada oturan birinin dönerken çizdiği yörünge gibi.
Bu görüş Aristoteles’in felsefesiyle uyumlu olduğu için hemen benimsendi, buradan da Hıristiyan öğretisinin değişmez kabul edilen görüşleri arasında yerini aldı.
Buna karşın Yunanlılar, Ptolemy’nın görüşlerine aykırı gelen Güneş Merkezli sistemden de haberdar idiler.
Samoslu Aristarchus güneş merkezli (heliocentric) sistemi İ. Ö. 200 yıllarında ortaya koymuştu. Ancak bunun doğruluğunu çağdaşlarına inandıramadığı için sistemi unutulup gitti.
Tabi dönemin mekanik bilgisinin yetersizliği de buna etkisi büyük olmuştu. Nitekim Ptolmy, Aristarchus’a karşı şunları ileri sürüyordu: Arz hareketsiz olmalı çünkü başka türlü yere düşen bir taş dikey düşmezdi, gene havadaki kuşlar hareket eden arzın(yerin) gerisinde kalır, kalktıkları yere değil, geriden gelen yerlere konarlardı.
Ptolemy’nın bu görüşünün yanlışlığını gösteren bir deneye XVII. yüzyıldan önce rastlamıyoruz.
İlk kez Fransız keşişi Gassendi hareket halindeki gemiler üzerinde böyle bir deneye girişir. Gemi direğinin tepesinden saldığı taşın direğin tam dibine düştüğünü gösterir. Ptolemy doğru olsaydı, taş direğin dibine değil, geminin hareketi nedeniyle daha geride bir noktaya düşerdi. Gassendi’nin bu deneyi Galileo’nun kısa bir süre önce bulduğu bir yasayı (eylemsizlik yasası) doğruluyordu. Buna göre düşen taş geminin hareketini taşır, düşme sırasında onu içinde taşır.
Yunan bilimin eksiği sadece sıfırı bilmemek değildi, deneye de başvurmayı istemiyorlardı. Oysa deney (deneme-yanılma, yeniden deneme) bilimin gelişmesinin en önemli aracıydı. Modern bilim en önemli özelliği deneysel olmasıydı. Modern bilimin gelişmesinde dört önemli insanın katkısı yadsınamaz; bunlar: Coppernicus (1472-1543),Kepler (1571-1630), Galileo (1564-1642) ve Newton (1643-1727)dur.
Coppernicus güneş merkezli sistemi kurmakla modern astronominin hem temelini attı hem de bilimsel düşünmeye yeni bir yön vererek, onu önceki çağların “antropomorfizm”inden (insan biçimcilik) kurtardı. Galileo ise bilimde deney metodunu kullandı. Cisimlerin düşme yasasına yol açan deneyleri, deneyi ölçme ve matematiksel ifade ile birleştiren metodun ilk örneğini oluşturdu. Galileo’dan sonra bilimde deney metodunu kullanmak bilim insanının vazgeçilmez öğesi oldu. Deneysel bilimin doğuşu ile birlikte tüm Avrupa’yı saran yeni bir enerji ve ilgi dalgasına tanık oluyoruz. Karanlık çağ geride kalırken, insanlık aydınlık çağa giriyordu…
17.12.2019