Hemen söyleyeyim, benim ömrüm Kürt, Kürdistan sorunun yaşandığı ama çözümlenemediği bir ortamda harcandı. Çocukken bu sorun vardı, gençlikte vardı, yaşlandım hâlâ var.
Türk resmi ideolojisinin aksine devlet, kutsal bir varlık değildir; bir kurumlar bütünüdür. Bu kurumlar bütününün organizasyonunu da hükümetler yapar. Demokrasilerde hükümetler bu yetkiyi halktan alır; halktan aldığı yetkiyle de sorunları çözer, sorunları erteleme lüksleri yoktur. Hükümetlerden birisi çözmezse sorunu, gider yerine yenisi gelir, ama sorun mutlaka çözülür.
Türkiye’de böyle olmuyor. Kuruluşundan itibaren var olan Kürt sorunu bir türlü çözülmedi/çözülmüyor. Sorun, ya yok sayılıyor, ya halı altına süpürülüyor ya da erteleniyor. Sorun çözülmediği için yok olmuyor, gittikçe çetrefilleşiyor ve günümüze gelindiğinde içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Gençliğimde, devlet büyüklerimiz Kürtlere, “neden silaha sarılıp dağa çıkıyorsunuz ki, kendinizi, ailenizi ve ülke kaynaklarını heba ediyorsunuz. Silah çözüm değildir, inin ovaya, örgütlenin, siyaset yapın, parlamentoya girin, yasaları değiştirin ve haklarınızı demokratik yollardan elde ediniz” diyorlardı.
Kürtler dağda inmedi ama devlet, köyleri zorla boşaltarak Kürtleri şehirlere tıkattı, bir yerde de istemeden Kürtlere iyilik yaptı. Şehirlerde yoğunlaşan Kürt halkı, önce geleneksel yapılarını yıkarak, birey bazından da olsa özgürleştiler. Ardından devlet büyüklerinin önceden kendilerine önerdiklerini uygulamaya başladılar, yani örgütlendiler, parlamentoya temsilcilerini gönderdiler, bulundukları şehir ve belde belediyelerini kazanarak, kendi kendilerini yönetmeye başladılar. Tamamdır dedik, artık Kürtler düz ovada politika yapacak ve gittikçe kirlenen savaş da sona erecek, herkes rahat edecek. Nerede? Beklentilerimiz kursağımızda kaldı. Daha sert, daha şiddetli devlet müdahalesiyle karşılaştık. Gençlerimiz, yaşlılarımız coplandı, kadınlarımız tazyikli suyla yerlerde sürüklendi.
Geçen dönemde yani 2015-2019 döneminde çeşitli gerekçelerle HDP’nın kazandıkları belediye başkanlıklarının önemli bir bölümüne kayyım atandı, belediye başkanları, meclis üyeleri tutuklandı, hak etmedikleri cezalara çarpıtıldılar. Dönem içinde yaşanan “hendek olayı”, 2016 Temmuz “FETO darbe girişimi” gibi nedenler yüzünden halktan çok sert bir tepki gelmedi/gelemedi. Fakat 31 Mart 2019 seçimlerinde kazanılan üç büyükşehir (Diyarbakır, Mardin, Van) belediye başkanlarının tatmin edici bir gerekçe gösterilmeden 19 Ağustos sabahı şafak vaktinde el konulması ve yerlerine kayyım atanması, halkın kabulleneceği bir durum değildi; öyle de oldu, Kürt halkı yaşadığı her alanda, bu olayı protesto ederek barışçıl pasif direnişe geçti.
Kürt halkı çok büyük bir haksızlığa uğramasına rağmen, hâlâ kardeşlikten, birliktelikten bahsediyor. Yapılanın hukuksuz olduğunu, sadece Kürt halkına karşı değil, Türk halkına karşı da yapıldığını, Türk demokrasisinin bundan çok büyük yara alacağını, Türk kardeşlerinin susması halinde sıranın Ankara ve İstanbul belediyelerine dek uzanacağını, Diyarbakır, Mardin ve Van’a sahip çıkmanın, demokrasiye sahip çıkmak olduğunu söyleyip durdular. HDP’nin şahsında, tek bir Kürdün ağzından, “Türkiye ile buraya kadar, madem olmuyor, bizde başımızın çaresine bakalım sözünü” işitemezsiniz. Tersine, yukarıdan yazıldığı gibi kardeşlikten, birliktelikten bahsedilmektedir. Kitleler, oylarının namusları olduğunu, namuslarına helal getiremeyeceklerini ve bu sese Türk kardeşlerinin de işitmesini ve kendilerine destek vermesini talep ettiler. Özetle, tepkisini, öfkesini kontrol eden ama kararlı duruşundan asla taviz vermeyen bir halk gerçeği ile karşı karşıyayız.
Kürt halkının bu duyarlı duruşu, Batı’da nasıl bir tepki uyandırdı? Üzülerek belirteyim ki tam bir hayal kırıklığı. CHP ilk gün gösterdiği tepkiyi, hızla elemine ederek, barışçıl sokak eylemlerine katılmayacaklarını deklare ettiler. Türk solundan da beklenen tepki gelmedi. Türk medyası ise tam bir rezalet örneği sergiledi. Yılların deneyimli gazetesi Yavuz Donat bile köşesinde kayyımı destekleyen bir yazı yazdı. Eser karakaş 20 Ağustos 2019 tarihli köşesinde, medyadaki bu rezaleti şöyle açıklar; “Bu yazıyı 20 Ağustos Salı sabahı yazıyorum, internetten tüm yandaş basın köşe yazarlarına bir göz attım, bu kayyım kararının yanlış olduğunu, en azından AKP’ye büyük zarar verebileceğini yazan, yazmaya cesaret eden kimse yok, bu insanlara gerçekten çok yazık.” Bu anlayış, Kürtlere karşı bölücü değil de nedir? Kürdü yok sayan bir anlayışla, bu ülkede birliktelik ve kardeşlik nasıl sağlanır. Üzerinde durulması gerek asıl konu bu olmalıdır.
Neden böyledir?
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sorunludur. Sorunun temelinde ise Kürt ve azınlıklar sorunu vardır. Türk ulus devleti, bünyesindeki ulusların varlığını yok sayarak kurulmuştur, iç barışını sağlayamadığı için halkıyla barışık değildir. Her şeyi beka sorununa indirgemekte, sistemin dışına çıkan herkesi ve her durumu düşman ilan etmekte ve imha etmektedir.
Devletin varlığı beka sorununa indirgenince, buna uygun üretilen ideolojide tabu haline getirilmektedir. Tabu haline getirilen bu resmi ideoloji, ideolojik baskı araçları ile o derece işlenir ki toplumun da çoğunluğunun kafasını karıştırmış, ruhsal dengesini bozmuş ve toplumu hastalıklı hale getirmiştir. Kürt ve Kürdistan konusunda toplumda olumsuz etkilenmeyen hemen hemen hiç kimse yoktur. Sol siyasal düşünce bile bundan etkilenmiştir. Bu yüzden Türkiye’de gerek Batı anlamında demokratik bir parti, gerekse Marksist anlamda ilerici bir partinin kurulmasını güçleştirmiştir. Türk işçi sınıfı dahi bundan etkilenmiştir, Türk işçi sınıfı Kürt sorununu, sınıfsal mücadelenin önüne koymuştur. Oysa Engels; “İşçi hareketi, varolan toplumun en sert biçimde eleştirmesine dayanır, eleştiri onun yaşam öğesidir” der.(İşçi Partisi Üzerine, s, 143)(*)
Türkiye’nin içinde kıvrandığı sıkışıklık durumdan çıkması, sorunlarını aşabilmesi için donmuş devlet aklının aşılması gerekir. 2020’lerin arifesinde, 1930’ların kaygılarıyla devletin yönetilemeyeceği bilinmelidir ve bu politikadan radikal bir kopuşun yaşanması bir zorunluluk olmuştur. Bunun için siyasetinin yenilenmesi gerekir. Siyaset yenilenebildiği ölçüde yaratıcı olabilir, yaratıcı olabildiği ölçüde de geliştirici ve ön açıcı olur. Siyasetin yenilenmesi yanında dar milliyetçilik anlayışının da değişmesi gerekir. Bunun için de işe önce Anayasa ile başlanmalı ve vatandaşlık tanımı yeniden yapılmalıdır. Bugünkü Anayasa da “vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” denilmektedir ve bu kabul edilemez bir dayatmadır. Çağdaş demokrasilerde dayatma olmaz, dayatma otoriter faşist rejimlerde olur. Her milliyetçi yaklaşım tabii ki, faşist değildir, ama bütün faşist yaklaşımlar milliyetçidir. Başka kimlikleri ret ve inkâr faşizmle sonuçlanır.
Sonuç: Kürtlerin çoğunluğu bugün şehirlerde yaşamakta ve her şehirlide olduğu gibi haklarının bilincindedirler. Dolayısıyla mücadelede şehirlerde olmaktadır, devletin sergilediği her haksızlığa karşı, demokratik, pasif eylem yöntemlerini seçerek devleti, tüm kurum ve kuruluşlarıyla işlevsiz hale getirmek, günlük hayatı felç etmek öncelikli görevler arasındadır.
23. 08. 2019
(*)Haksızlık etmeyelim, bunun istisnaları yok değildir, ama etkili değildirler,
NOT: Bu makale Rojnameya Newroz’da yayınlanmıştır.