Türkiye’de yer isimleri yaklaşık olarak yüzyıllık bir sorundur; çoğu yer ismi halka rağmen asimilasyon amacıyla Türkçeleştirilmiştir. Fakat bu değişim halk tarafından tutulmamıştır ve halk eski isimlerden ısrar etmiştir/etmektedir. Bunun somut örneğini yakın dönemde Tunceli belediye meclisi kararıyla, Tunceli belediyesinin tabelasının, kadim Dersim ismiyle değiştirmeye kalkıştığında, karşımıza çıktı. O güne kadar yeni seçilen Dersim Belediye Başkanı’nı hararetle savunanlar, bu olgu karşısında hemen tavır aldılar ve tepki gösterdiler. Bu da nerede çıktı? Ya da şimdi sırası mı? Tartışma Türkiye’de demokrasinin gelişmişlik düzeyini göstermesi bakımından önemlidir. Demokrasinin gelişmediği bir ortamda hoşgörüden bahsedilemez. Hoşgörü bir yerde farklılıkları zenginlik kabul eder ve bu, birlikte yaşamanın da önkoşuludur.
Konumuz Türkiye demokrasisini masaya yatırmak değildir, onun durumu malum. Konumuz, coğrafik yer adlarının, o coğrafyada yaşayan yerleşik yerli halkların tapuları olmasıdır. Her ismin o yere uygun bir anlamı, bir hikâyesi vardır. Bu nedenle coğrafi yer adlarını doğru ve orijinal haliyle yazıp-söylemek tarihi sorumluluğun ötesinde bir namus borcudur. Buna ne kadar uyuyoruz, tam da tartışacağımız konu budur. Örneğin, "ANADOLU"nun esası Yunanca "Anatoli”dir. Yön bildiren bir kavramdır ve "DOĞU" demektir. Herhangi bir coğrafi bölgeyi tanımlamaz.
Coğrafi ifade olması için yine Yunanca bir son-ek olan "ia" eki alması gerekir. Yani Anatoli olur Anatolia. Bu da "Doğu ülkesi" (Doğu toprakları) anlamına gelir. Yunan ve Bizans coğrafyasında Konstantinopolis'in doğusunda kalan eyaletleri "Doğu Toprakları" anlamında "Anatolia" deniyordu. Dolayısıyla hemen hemen tüm antik coğrafya atlaslarında "Anatolia" ifadesine rastlamak mümkündür. Oysa sonradan uydurularak söylenen “Anadolu” hiç de bu anlamı vermemekte, “Anatolia” toprakları üzerinde eğreti gibi durmaktadır.
Aynı şey Dersim veya Desim coğrafyası için de geçerli, siz Dersim’i ne kadar da Tunç-eli veya Tunceli yapsanız da, o ad eğreti gibi durur ve asla Dersim’in yerine geçemez. Çünkü coğrafi yer adları, orada yaşayan yerleşik yerli halkların toprağa kazılmış tarihi mirasının ürünüdür, siz bu ürünü ne kadar baskı altına alırsa alınız yok edemezsiniz, çölde ya da kutupta yıllarca yer altında veya buz altında kalan ama ilk fırsatta filizlenen tohum gibidirler, ilk fırsatta yeniden filizlenirler. Burada sorun, coğrafi yer isminin baskılanması değildir, onun kullanan yerli aydınların kullanma biçimidir; çoğu kişi, yer adını orijinal yazacağı yerde kolayına kaçarak Türkçeleştirerek yazar. Bu o coğrafyada yaşayan halka yapılan en büyük saygısızlıktır, maalesef çoğumuz da buna uymaktayız ve bu tarz, dayatılan isimden daha tehlikelidir; çünkü birincisi öyle kolay tutunamaz ama ikincisi öyle midir?
Bawa Dızgûn Nasıl Düzgün Baba oldu;
En büyük kutsallarımızdan biri olan “Bawa Dızgûn”[kolayca okunsun diye Kürtçe yazılımda “ı” sesini veren “i” yerine “ı”yı tercih ettim] ismi en çok Türkçeleştirilen ve bir o kadar da anlamsızlaştırılan başka bir coğrafik kutsalımız yok gibidir. Bawa/Bavê/bav kelimesi Türkçeye benzeştirip söylense de, Kürtçe bir kelimedir. Türkçede Baba kelimesi yoktur, onun yerine “ata” kelimesini kullanırlar. Mustafa Kemal’e de buna istinaden Atatürk soyadı verilmiştir. Türklerin Babası….Bav kelimesi Türkçeye benzeştirip söylense de örneğimizde çok da göze batmamaktadır. Esas sorun Dızgûn’ın Türkçeye benzeştirerek Düzgün’e dönüştürülmesidir.
Yerli halkların dilinde her yerin bir ismi, her ismin bir anlamı ve efsanesi vardır. Gerek Kurmancki olsun gerek Kırmancki olsun, “Dızgûn”ın çok derin felsefik bir anlamı vardır; buna karşın Türkçeye benzeştirilip söylenen “Düzgün”ün, bir anlamı var mıdır? Ben bilmiyorum, bilen varsa bizi aydınlatsın lütfen. Üstelik Dızgûn öyle söylendiği gibi ne düzgün bir kutsaldır ne de düzgün bir dağdır; hırçın bir kutsaldır, herkesi üstüne kabul etmez, tırmanması güç kayalık bir mekândır. Ona rağmen Düzgün Baba ismi neden kendisine layık görülmüştür; üzerinde önemle durulmalıdır.
Dızgûn’ın kelime anlamını açıklamadan önce, Dersim coğrafyasında kendisine nasıl bir aidiyet atfedilmiştir? Ona bakmak gerek.
Öncelikle Dersim coğrafyası üstünde bir anlaşmanın (konsensüsün) olması gerekiyor, çünkü Dersim coğrafyası Cumhuriyetin belirlediği bugünkü sınırlı siyasi sınırların çok ötesinde bir alanı kapsar. Bu alana Doğu-Batı olarak baktığımızda, Varto’dan başlar, Koçgiri’den sonlanır, Kuzey-Güney hattı ise Karasu ile Murat ırmaklarının arasını kapsar. Bu geniş bölgenin yerli halkı bugün Kurmancki ile Kırmancki şivelerini konuşmalarına karşın, halkı Kürt olup, büyük çoğunluğu Kızılbaş’dır. Şive farklılıklarına rağmen, yaşam, kültür, inançlar hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla “Dızgûn” bu geniş bölgenin ortak değeri olup en kutsal mekânlarından birisidir. 1960’lı yıllarda daha kapitalizmin girmediği ve Türkçenin de yabancı bir dil olduğu dönemde, bizim Bılece köyündeki Ocaxê Qereslî’de dualar edilirken en başta Dızgûn’ın adı zikredilirdi; “lı Dızgûn’ê bî” (Dızgûn’e ant olsun ki) O, ocakta, ben ne Düzgün adını duydum, ne de “Baba” ekini. O, Dızgûn’du ve bizim en büyük kutsalımızdı.
Dil bilimci değilim, sadece fikir yürütüyorum, böyle olmayabilir de, ama şuna kesinlikle eminim ki “Dızgûn” ile “Düzgün Baba”nın bir ve aynı anlama gelen kavramlar değildir. Düzgün’e “Baba” eki ilave edilerek onun tarihi kutsallığını koruyamazsınız…
Şimdi de “Dızgûn”ın ne anlama geldiğini araştıralım. Dızgûn kelimesini, dız ve gûn kelimelerine ayrıştırarak bir fikir yürüttüğümüzde.
“Dız” Kürtçede, sırlayan, saklayan, yok eden anlamında kullanılırken;
“Gûn”, “gune”, günah, suç anlamında kullanılır.
İkisi birlikte, Kızılbaş inanışına da uygun düşen, “günah saklayan”, “dürüstçe ikrar verini affeden”, “kişiyi arındıran”, “arınmayı tescilleyen” kutsal mekân anlamına gelir.
Kızılbaşlıkta, arınma ikrar ile olur, ikrar ise cemden önce pir huzurunda, halk önünde verilir. Kişi, içinde yaşadığı topluma karşı sorumludur, o toplumda rızalık almak gerekir. İkrar verip rızalık alanlar ilk sınavını kutsalın eteğinde ki Xaskarê (Haskarê) çeşmesinde verirler. İkrarında sadık olanlar, çeşmede kana kana su içerken, söz ve eylemlerinde sadık olmayanların önünde çeşme kurur. Kutsallık, kişiyi söz ve eylemlerinde tutarlı olmaya davet ederken, olmayanları daha eteğindeyken reddeder. “Dızgûn”e giden ve bu tezimizi doğrulan bir ziyaretçi anılarında şunları anlatır: “Dızgûn Bawa’ya çıkmadan önce Xaskarê (Haskarê) çeşmesi vardı. Xaskarê, rivayete göre Dızgûn’ın kız kardeşidir. İkisi arasındaki sevginin çok güçlü olduğu anlatılır ve Xaskarê çeşmesinin Dızgûn’e çıkmayı hak edip etmeyenleri ayrıştıran bir sınav yeri olduğu söylenirdi. O çeşmenin suları, günahı çok olanın önünde kururdu. Kalbi temiz olanların önünde ise su kurumuyor, kana kana içebiliyorlardı. Ben orada böyle bir olaya şahitlik ettim:
Hepimiz düzenli bir şekilde Xaskar’e’nin kutsal çeşmesinde su içmek için sıraya girmiştik. İnsanlar pür dikkat kesilmiş su kimin önünde kesilecek diye birbirlerini izliyorlardı. Dualar ederek, ağlayarak ilerleyen sıradakiler büyük bir merakla sıradan başlarını uzatarak çeşmeyi izliyorlardı bu arada.
Süleyman amca bizim köyden biriydi. Çok zengin ama mala mülke düşkün, paylaşmayı da bilmeyen, cimri bir adamdı. Bu yüzden de çok sevilmeyen biriydi. O, bizim önümüzde su içmeye eğilirken su kesildi. Su kuruyunca utancından kıpkırmızı oldu. Topluluk içinde de mırıltılar yükselmeye başladı.”(*)Gerçekten de Dızgûn çok hırçındır, öyle aklı eren herkesi üstüne kabul etmez; söz ve eylemde tutarlı olmak gerekir…
Kolayına kaçarak ve ismi Türkçeleştirerek yazan yeni yetmelerimiz sadece Dersim’e özgü değildir, Kürdistan her yerinde olduğu gibi bizim Bılece’de de bunlara rastlamak mümkün. Bılece’de Merxîn Bawa isminde bir kutsalımız vardır. Bılece’nin de aklı evvelleri bu ismi Türkçeleştirerek ve hiçbir anlam ifade etmeyen Merhum Baba diye yazarlar. Oysa Merxîn Bawa’nın bir anlamı var; “Merx”, meşenin yeşermediği yüksekliklerde yaşayan çamgillerden bir ağaçtır, Türkçedeki adı ardıç ağacıdır; “în” eki ise çoğuludur. Yani Merxîn Bawa, merxlerle örtülü ormanlık bir alandır. Yaşlıların anlatımına göre bölge o kadar çok ormanlık imiş ki, orada doğum yapan bir at ve yavrusuna ancak bir haftalık aramadan sonra ulaşılabilmiştir. Günümüzde zorunlu göç ile birlikte orman düşmanı kıl keçisinin sayısı azalınca Merxîn Bawa yeniden ormanlaşmaya başladı. Bu gidişle bölge kırk elli yıl içinde yeniden eski konumuna dönüşecektir.
Tarihte 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sonunda Berlin’de toplanan uluslararası Kongre’de, Ermeni halkına bir takım reformların yapılması kabul edilir. 1878 yılında İstanbul’daki Ermeni Patriği, bölgenin durumunu yerinde gözlemlemek amacıyla din adamlarından kurulu üç ayrı heyet gönderir. Bunlardan Rahip Vahan Bardizaktsi Harput’ta ulaştığında, durumu açıklayacak bir rapor yazdırır kâtibine. Kâtip Harput ismini Ermenice yol üstündeki kale anlamına gelen Kharperti yerine Türkçe Harput yazınca, rahip, “ismin bu şekilde yazılmasının bir gün bu şehirdeki aidiyetlik duygusundan da vazgeçileceğini” belirterek haklı tepisini gösterir. Bu tepki bizlere ders olur mu? Bilemem…
Sorunumuz sadece yer isimlerinin Türkçeye benzeştirilerek söylenmesiyle sınırlı değildir, sorunumuz, isteyerek ya da istemeyerek buna çanak tutuşumuzdur. Bilindiği gibi Kürdistan kavimler kapısıdır, herkes burada geçmiş, geçenlerde pek çok tortu bırakmışlardır, ama dayatmada çok az kavim bulunmuştur, diğerleri göçüp gitmişlerdir. Kültürlerini, dinlerini, dillerini, yazılarını, yaşam tarzlarını Kürdistan’a dayatan ilk halk Araplardır. VII. yüzyılda Kürdistan’ı işgal eden Arap-İslam orduları, Kürdistanı kelimenin tam anlamıyla tarumar etmişlerdir. Dinlerini dayatmakla kalmamışlar, yazılarını da yani harflerini de dayatmışlardır. Hem de nasıl; kutsallaştırarak kabul ettirmişlerdir, Allah’ın kelamı Arap harfleriyle yazıldığına göre, o harfler kutsaldır. Yıllarca haklarımız, Arap harfleriyle gördüğü her yazıyı kutsal zannetmiş, götürüp evlerinin en mahrem yerinde yıllarca saklamışlardır. Arap dayatması bununla da sınırlı değildir, isimlerini de kutsayıp halklarımıza dayatmışlardır. Bugün çoğumuzun ismi Arapçadır ve bizler bunu kanıksamışız.
Tarihte baskı gören kavimler, önce baskıyı yapan halkın dinini benimsemişler, ardından dilini; dil, dini takip etmiştir. Kürtler ve İranlı halklar dillerini kaybetmemişlerse de, Araplara göre daha yüksek ve gelişkin bir kültüre ve geçmişte kurdukları devasa imparatorluklarına borçludurlar. Buna rağmen orijinal isimlerini belki korkudan, belki başka bir nedenden dolayı kullanmaktan özenle kaçınmışlardır; ama o güzelim isimler yine de kaybolmamış, gizliden gizliye ya evcil hayvanlarına ya da coğrafi yerlere ad olarak vermişler ve yaşatmışlardır. Ta ki günümüzde bizler onları Türkçeye benzeştirerek söylenene kadar. Örneğin “Fınd” ismi ışık veren kandil anlamındadır; peki ona biz ne diyoruz, Fındık, ne alakası var. Têr, kuş/kartal anlamındadır, Terî rawer (Rawerlerin kartalı/yiğidi), ona ne demişiz, Tahir, ne ala ne ala….İşte bizim aciziyetimiz…
Bununla da yetinmiyoruz, ekonomik durumu iyi olanlar, coğrafyamızın her yerinde gerek yeni gerekse de eski mezarlıkları yenileyerek üstüne de Türkçe yazılar ve “el Fatiha” nağmelerini yazdırmaktadırlar. Oysa mezarlıklar oranın kimlik belgeleridir. Eskinin mezar taşlarının üstünde Kızılbaş inancını yansıtan figürlerle donatılıydı, ne Türkçe bir söz ne de el-fatiha gibi Arapça yazıtlar… Bunlar, bilinçli yapılmıyorsa da, masum girişimler de değildir, mutlaka önlem alınmalıdır.
Sonuç olarak, kültürler, yerleşik halkların bir yaratmasıdır, öyle kolay kolay yok olamazlar; uygun ortam oluştuğunda filizlenerek yeniden yaşam bulurlar. İsimlerde öyledir. Araplar, Kürdistan’ı işgal edip isimlerini dayatınca, Kürtler ’de eski isimlerini evcil hayvanlarına ve coğrafik yerlere vererek yaşattılar/yaşatıyorlar. Yeter ki bizler, coğrafi yer adlarını Türkçeleştirerek değil, orijinal haliyle söylemeyi benimseyelim/benimsetelim. Unutmayalım, yerleşik yerli haklar için her yerin bir adı, her adın da bir efsanesi vardır; coğrafi yer adları ise o yerin tapularıdır, buna saygı göstermek uygar insan olmanın bir gereğidir…
(*)Saadet Ferhat Dersim; Bizim Çocuklar (Vengê Domanê Ma) Aram Yayınları, İstanbul, 2015. Ayrıca Dilşat Deniz, Rê/Yol adlı esere bakılabilir.