HEGEL-NİETZSCHE VE DEVLETİN KUTSANMASI


Hegel, tarihin en zor anlaşılan filozlarından birisidir, onun hakkında yazı yazmak istemezdim. Nietzsche, hakkında ise internet üzerinde, özellikle facebookta çoğu sol, sosyalist olarak tanıdığım pek çok kişinin, zaman zaman sözlerini paylaşması, sanki bu filozofun, ilerici, devrimci bir kişilik olarak yansıtılması veya öyle bir algı yaratılması, bende böyle bir denemeyi yazmaya itti. Ancak adı geçen filozoflar öyle sıradan düşünürler değil, dünya düşünce sistematiğinin gelişmesine yön veren düşünürler olunca, felsefeden ve Marksist literatüründen az-çok bilgi sahibi olmak gerekir, umarım başarırım.


Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)

Girişte de yazdığım gibi Hegel tarihin en zor anlaşılan filozofudur ve diyalektik yöntemin kurucusu olarak bilinir. Marx, diyalektik materyalizmi açıklamadan önce Hegel’den diyalektiğini aldığını, tarihte ilk kez diyalektik yöntemi kullananın Hegel olduğunu açıklar. Hegel’de diyalektik mantık üç adımda ilerler;
Tez – Varlık
Antitez – Hiçlik
Sentez – Oluş
Hegel’e göre varlık ve hiçlik aynı şeydir. Bu mantıksal bir paradoks gibi gözükmektedir. Varlıkla hiçlik aynı anlama gelse bile aralarında bir çelişiklik vardır. Bu çelişkiden dolayı bir şey varlık ve yokluk arasında sürekli gidip gelmektedir. İşte bu durum sentez veya oluşumdur. Gerçeklik ne varlık nede hiçliktir. Gerçeklik sentezdir.

Diyalektik bize neyi anlatır?
Diyalektik bize dünyadaki hiçbir şeyin öncesiz ve sonsuz olmadığını, dünyadaki her şeyin geçici ve değişken olduğunu anlatır; doğa değişir, toplum değişir, alışkanlıklar ve gelenekler değişir, adalet kavramları değişir, gerçeğin kendisi değişir. Dolayısıyla, diyalektik, her şeye eleştirel bir bakış ile bakmamızı sağlar, değişmez olarak tanımlanan her şeyin varlığını yadsır, soyut, dogmatik olanı reddeder. Materyalist dünya görüşü dediğimiz bu görüşün tam karşıtı ise idealist felsefi görüş yani metafizik dünya görüşü yer alır. İdealist felsefi görüşe göre; dünya öncesiz, sonsuz ve değişmezdir. Aşkın bir varlık tarafından, ilk ve son kez yaratılmıştır, ezeli, ebedi ve kalıcıdır.

Diyalektik metodunu doğaya uygulayan Marx, diyalektik materyalizmi yani yukarıda adı geçen materyalist dünya görüşünü bulmuştur; bu görüş, Marksizm’in teorik dayanağıdır. Doğanın ve insan bilincinin en genel yasalarının gün ışığına çıkarılışı bu sayede mümkün olmuştur.
Hegel’in düşünce sistemi de metafiziktir, fakat yöntemi, buna tamamen aykırıdır ve değişmez denilen fikirleri reddeden diyalektik yöntemi kullanmaktan asla çekinmemiştir.  Hegel, insanlık tarihine ilişkin diyalektik anlayışını “özgürlük bilinci”nin bir gelişimi olarak açıklar. İşte bunun için eleştirilerinde Hegel’in metafizik sistemini yerin dibine batıran Marx, aynı zamanda, onun diyalektik yöntemini övmüş ve ondan yararlanarak, doğa ve toplum olgularının tahlilinde modern bilimlere uygulama yöntemini geliştirerek sürekli evriminin ve oluşumunun içerisinde düşünebilen herkese uygun olarak diyalektiği pek yüksek bir düzeye ulaştırmıştır. Marx;  “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden sadece farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünce süreci—Hegel bunu ‘fikir’ (idea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür—gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve olgusal (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir” diyecektir. Bundan dolayı Marx, “başı üstünde duran bu diyalektiği, ayakları üstüne indirdiğini” yazar.

Hegel’in düşünce mantığına baktığımızda:
Diyalektik yöntemi bulmasına rağmen Hegel, idealist bir filozoftur. Onun diyalektik yasalarına göre değişmekte olan doğa ve toplum değil, bir Mutlak İde’dir (Fikir’dir). Hegel Mutlak Fikir’in hareketini, Mutlak Fikir’in en üst ifadesi ve toplumun gelişme zirvesi saydığı meşruti Prusya monarşisinin yaratılışıyla sınırlandırır. Hegel’in felsefi görüşleri makalenin kapsamını aştığı için biz, onun kutsallaştırdığı devlet kavramı üzerinde duracağız:
Hegel’in uluslar üzerinde durması, onun garip özgürlük düşüncesiyle birlikte devleti kutsallaştırmaya götürür. Devlet yeryüzünde var olan tanrısal düşüncedir. Onun sözleriyle. “Devlet ulusal özgürlüğün kendisini nesnel biçimde tanıyan ve anlayan somutlaşmasıdır. Devlet evrensel ruhun, insan isteminin ve onun özgürlüğünün dıştan görünüşü içindeki düşüncesidir.” Hegel bu görüşünü “objektif ruh” öğretisi çerçevesinde ortaya koyar. Bu görüşün başlangıç noktası “birey iradesi” ile “genel irade” arasındaki ilişkidedir. Objektif ruh ileriye doğru geliştikçe, bireyin iradesi genel irade ile uzlaşır; tek kişi kendini “kendi üstündeki” bir kanuna bağlar; bu kanunu “kendi kanunu” olarak kabul eder.
Hegel’e göre bu “ahlâklık” demektir. Tek kişi kendini ne kadar aşar, kendini ne kadar kendi üstündeki bir düzene bağlarsa, o kadar ahlâklı olur. Birey iradesinin genel irade ile uzlaşıp kaynaşması “objektif ahlâk” da gerçekleşir.
Objektif ahlâk’ın gerçekleşmesi üç aşamada olur. Birinci aşama “aile”dir Burada objektif ahlâk henüz tam değildir. Birey “doğal” ve “doğrudan doğruya” bir durumdadır. Bununla birlikte Hegel’e göre aile bir sevgi bağlılığından çok, ahlâki bir kurumdur. Birey “genel”i ilk aile içinde yaşar.

Objektif ahlâk’ın gerçekleşmesinin ikinci aşaması “uygar toplum”dur. Hegel burada herhangi bir toplumu değil, ekonomik ilişkilere dayanan “burjuva toplumu”nu ele almaktadır. Birey bu toplumda kendi çıkar ve ihtiyaçları peşinde koşarken, bunları ancak öteki bireylerin yardımlarıyla, onlarla dayanışarak sağlayabileceğini öğrenir, bu yolla “genel”e bağlanır.
Üçüncü aşama devlettir. Objektif ahlâk ancak devlette, gelişmesinin bu son ve “en yüksek” durağında, tam bir gerçekliğe varır. Birey iradesi ile genel irade burada tam bir uyum içindedir.
Hegel bundan sonra devleti, “ilahi fikrin”, yeryüzündeki şekli (tezahürü) olarak tanımlar. “Bundan dolayı devlete kutsallığın yeryüzündeki tezahürü olarak tapmalıyız ve düşünmeliyiz ki, doğayı anlamak zorsa, devlet’in özünü kavramak sonsuzca daha zordur. Devlet tanrının yeryüzünden geçmesidir. Esasında bilinç ve düşünce bütünlüğüne varmak devlet’e özgü şeyledir. Devlet ne istediğini bilir. Devlet gerçektir ve gerçek gerçeklik zorunludur. Devlet kendisi için vardır. Devlet gerçekten varolan gerçekleşmiş ahlâksal hayattır.
Süreç içerisinde devlet burjuva toplumuna dönüşür ve kararlarında kişisel varlık ve özgürlüklerin korunması amacını güderse (yani liberalleşirse), bu durumda; tek tek fertlerin çıkarları üzerinde anlaşmaya varılmış olan en son amaçtır. Fakat devletin fertlere karşı tutumu tamamen başkadır. O toplan irade olduğuna göre, fertlere de bütünün bir parçası olarak objektivite, gerçeklik ve ahlâklık düşer.
Oysa XVII. yüzyıldan itibaren düşünürler bireyi, devlet karşısında özerk bir konuma yükseltmeye çalışmışlar; devletin kişilerin haklarına saygı göstermesi gerektiğini savunmuşlardır. Bunlardan liberalizmin önemli düşünürlerinden John Locke’nin (1632-1704) felsefesine göre devlet, yurttaşların hizmetinde olup, yurttaşlar için vardır. Bu kuram Hegel’de ters dönmüştür, yurttaşlar devletin hizmetinde olup, devlet için vardırlar.
Özetle; Hegel’de devlet hem kutsaldır hem de evrenseldir, ayırım içerisindeki birliği temsil eder. Devlet organik bir bütün olarak bireysel özbilinç ile evrensel iradenin özdeşleştiği alandır. Devlet ve sınıflar ilişkisi değişmez bir statüde, ilk ve son kez belirlenmiştir.
Marx, Engels’le birlikte Hegel’in bu teorisini sorgulayarak aşar ve kendi teorilerini kurarlar. 
Buna göre:
1-Devlet evrensel değil, tarihsel-toplumsal koşullarla belirlenmiş ve ulusaldır.
2-Devlet evrensel iradenin iktisadi en üst düzeydeki ifadesi değil, örgütlenmiş zorun ifadesidir.
3-Devlet bir sınıfın karmaşık çıkarlarının karşıtlıklar içinde ve birlik halinde kaynaştırıldığı kurumdur.
4-Devlet ve sınıflar ilişkisi mutlak ve statik değil, somuttur, sınıf mücadelesinin sonucuna bağlıdır ve son durumda devlet ortadan kalkacaktır.
Hegel’in fikirlerini özetleyecek olursak:
a)-XIX. yüzyılda Hegel, insanlık tarihine ilişkin diyalektik anlayışını “özgürlük bilinci”nin bir gelişimi olarak açıklar.
Buna karşın;
b)-  Felsefi-tarihsel sistemini, Prusya monarşisinin, insanlık tarihinin doruğu olduğunu ileri süren köhne görüşle sonuçlandırır.
c)-Ayrıca, her dönemde belli bir halkın tarihsel ilerlemenin taşıyıcısı olduğunu ileri sürer ve ötekilerin tarih dışında kalacağını düşünür.
d)-Hegel’in anlayışında, Alman ulusçuluğunun damgası vardır. Çünkü Hegel, Cermen halklarının, modern dönemde, ilerlemenin taşıyıcıları olduğunu ileri sürer.

FRİEDRİCH NİETZSCHE (1844-1900)
Nietzsche, Hıristiyan dinini eleştirmiş, kendince bir ahlak anlayışını geliştiren metafizikçi bir Alman filozofudur. Onun bu özelliğidir ki, sanki materyalist biriymiş gibi bazı görüşleri bazı kesimlerce kabul görmüş, yukarıda da belirttiğim gibi günümüzde bile bazı facebook sayfalarında paylaşım imkânını bulmuştur.
Nietzsche, eski Grek dilinden başka bir dil bilmemesine rağmen kendisini üstün görmüş ve kendinden başka herkesi eleştirmiştir.
Halkı hor görmüştür;

Nietzsche, demokrasiye, genel oy hakkına kaşıdır.  Facebook’ta en çok dolaşan şu sözler ona aittir: “Cahil bir toplum, özgür bırakıp kendine seçim hakkı verilirse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz; sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak okuma yazama bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!” Bu tam da elitist/jakoben düşüncedir. Bunlar; “toplumu, biri diğerinden üstün olmak üzere iki parça” hâlinde tasavvur ederler. Bir yanda düşünen özne, yani devrimci teoriyle donanmış elitist/seçkinci kesim vardır, öte yanda ise üstünde düşünülen nesne, yani bilisiz yığınlar vardır. Halk, içinde bulundukları köreltici koşullar yüzünden kendi başlarına devrimci bilince ulaşamazlar. O hâlde, kutsal bilgiyle şereflenmiş olan “eğiticiler”, halka dışarıdan bilinç götürmeliler.  Bu düşünce “halkçılık” adı altında Türkiye’de de uygulanmış, “halka rağmen halk için” yola çıkanların, başarılı oldukları pek de söylenemez. Çünkü Marx, “devrimci bilincin kaynağı devrimci pratikti ve bizzat ‘eğiticiler’in kendileri de yığınların devrimci pratiği içinde eğitilip dönüşmeye muhtaçtılar” demekle ne kadar haklı olduğunu bize göstermektedir. Ayrıca, bir an için bu sözlerin eğitim düzeyi düşük olan ülkeler için geçerli olacağını düşünsek bile, Almanya gibi eğitim düzeyi yüksek, proletaryası bilinçli ve örgütlü olan bir toplumun, Hitler gibi bir canin peşinde sürüklemesini nasıl izah edeceğiz. Görüldüğü gibi bu düşüncenin açıklayıcı bir izahı yoktur. Kaldı ki, Nietzsche, aristokrasi hayranıdır ve toplumu disipline edecek, iyi eğitimli bir aristokrat sınıfın yönetmesini ister. Aristokrasi hem ahlâk bakımından hem de soyluluk bakımından, üstün ırk bireylerine mensup olup, diğer insanlardan bu üstünlüklerinden dolayı ayrılırlar. “İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlâk olası değildir. Soylu kast başlangıçta barbardı. Fakat insanın yükseğe doğru attığı her adım, aristokratik toplumda gelmedir.” Antik Yunanistan’ın Sparta şehir disiplinine hayran olan Nietzsche, günümüz toplumunun da aynı disiplin içinde örgütlenmesini ister. Ona göre acıma duygusu, savaşılması gereken bir zayıflık belirtisidir. “Disiplinle, milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökecek ve ortadan kaldırma işlemi sırasında acı çekenleri görüp yıkılmayacak emsali görülmemiş derecede korkunç bir büyük enerjisine ulaşmaktır amaç” diyecek kadar acımasızdır.
Hegel gibi savaş yanlısıdır, gelecekteki (XX. yüzyılın ilk yarısında vuku bulan) o korkunç savaşları tahmin etmiş ve beklemiştir, ama ömrü Birinci Dünya Savaşı’nı görmeye yetmemiştir.
Nietzsche, tutkulu bir bireycidir, kahramanlara inanır. “Bütün bir ulusun yoksulluğu büyük bir bireyin eziyet çekmesinden daha az önemlidir” der ve ilave eder, “Bu küçük insanların felaketleri, kudretli kişilerin duyguları dışında bir anlam ifade etmez.”
Hegel kadar devleti kutsamasa bile, kendisi de en az onun kadar Alman ulusuna hayrandır. Ona göre yeryüzünün efendisi olacak tek bir ulus vardır o da Alman ulusudur.
Nietzsche, bütün bu düşünceleri, içinde yaşadığı Alman toplumunun sosyo-ekonomik yapısı tarafından belirlemiştir. Fransız burjuvazisinin aksine, Alman burjuvazisi büyük toprak sahiplerine (Junkerlere) karşı bir devrim yaparak iktidar olmadı, tersine onlarla anlaşarak ve onları kapitalizme dönüştürerek iktidarına ortak etti. Alman burjuvazisi hem bu özelliği hem de tarihin geç bir döneminde iktidar oluşu, onu antidemokratik ve saldırgan yaptı. Saldırgandı, çünkü sömürgeler paylaşılmış, dünya pazarları üzerinde çoktan hâkimiyet kurulmuştu. Alman burjuvazisi bu paylaşılan ve bölüşülen dünyada kendisine de pay istiyordu, kendisine haksızlık edildiğini öne sürerek rakiplerini açık açık tehdit ediyordu. Almanya’yı, dünyaya egemen güç haline getirecek olanın demokrasi değil, güçlü liderler olacağına inanılmıştı. Bu tür düşüncenin egemen olduğu bir ortamda yetişen Nietzsche, Alman burjuvazisinin aradığı filozoflardan biri yapmıştı. Alman burjuvazisi, Nietzsche ve Hegel’i alkışlarken, giderek daha çok militaristleşiyordu.

Kadınları küçük görmek;
Nietzsche, kadınlardan tiksinti duymuş ve onları sürekli olarak aşağılamıştır. Bir peygamber edasıyla yazdığı “Böyle Dedi Zerdüşt” adlı kitabında, kadınların henüz dostluğa yetenekli olmadıklarını, çünkü henüz, kedi, kuş ve haydi haydi inek olmaktan öteye geçemediklerini; “Erkekler savaş eğitimi görecek, kadınlarsa savaşçıların gönlünü eğlendirecektir. Başka her şey aptallıktır” diyecektir. Hayran olduğu Sparta’da kadınlarda, erkekler gibi savaş eğitimi görür, soğuğa, sıcağa, açlığa karşı dayanaklı hale getirilir ve gençler (kız-erkek) hep birlikte hem de çıplak olarak jimnastik ve diğer atletik hareketler yaparlardı. Orada kadınlar küçümsenmez, tersine sağlıklı çocuk doğurması için hazırlanırlardı. Ve Nietzsche devam eder: “Bir kadınla birlikte olmaya mı gidiyorsun? Kamçını unutma” der.
“İktidar Yolunda İstem” adlı yapıtında kadınlara karşı biraz daha dikkatlidir, ama yine de çok kabadır. Şunları yazar; “Belki daha nazlı, daha ince, daha esiri yaratıklar olarak zevk alırız kadınlardan. Zihinleri sadece dans, saçmalık, ıvır zıvır ve süslenip püslenme düşüncesiyle dolu olan yaratıklarla karşılaşmak ne biçim iştir. Kadınlar er kişilerce zabt-ı rabt altında tutukları sürece bu çekiciliklere sahiplerse de bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz çekilmez olurlar.” Kadınlar her gergin ve derin erkek ruhunun neşesi olmuştur. “Utanmak için çok şey vardır kadında. Ukalalık, yüzeysellik, öğretmen havası, küçük hesaplar, frensizlik, şimdiye kadar erkek korkusunun egemenliğinde kalmış ve gerçekten çok iyi baskı altında tutulmuş olan boşboğazlık…” Böylece, iyinin ve kötünün ötesinde, kadını Doğulular gibi mal sayılmak gerektiğini söyler.

Ateist Nietzsche’nin, din eleştirisi;
Nietzsche, tanrı tanımaz, amansız bir Hıristiyan düşmanıdır. Onun belki de bu yönünden dolayı, bazı sol kesimler tarafından kabul görmüştür. Çünkü çoğu yerde ateizm ile materyalizm birbiriyle karıştırılmış, ateizmin, materyalizm olduğu sanılmıştır. Oysa her ikisi de farklı farklı şeylerdir.
Nietzsche’nin Hıristiyanlığa karşı duruşu onun “köle ahlaklılığı” adını verdiği bir ahlakı kabul edişinden doğar. Onun kanıtlarıyla, devrimden önce yaşayan Fransız filozoflarının kanıtları arasındaki karşıtlığı gözlemek ilginçtir.
Fransız filozofları, Hıristiyan doğmasının doğru olmadığını; Hıristiyanlığın Tanrı’nın istemi olduğuna hükmedilen şeye baş eğmeyi öğrettiğini, oysa kendilerine saygı gösteren insansal varlıkların herhangi bir yüksek güç önünde eğilmemesi gerektiğini, Hıristiyan kiliselerinin tiranların müttefiki olduğunu, özgürlüğü yadsımalı, yoksulun imanını gevretmek üzere demokrasi düşmanlarına yardım ettiğini iddia ediyorlardı.
Nietzsche, Hıristiyanlık ya da başka bir dinin metafizik doğruluğu konusu üzerinde durmadı pek. Hiçbir dinin gerçekte doğru olmadığını savundu. Bütün dinlerin tamamen toplumsal sonuçlarına göre yargıladı. Tanrı’nın varsayılan istemine baş eğme konusunda filozoflarla uyuşuyor, fakat o istemin yerine, dünyadaki “sanatçı-tiran”ların istemini geçiriyordu. Bu üstün kişiler dışında kalan insanların bir şeye baş eğmesi yerindedir, fakat bu baş eğme Hıristiyan Tanrı’sına karşı olmayacaktır. Hıristiyan Tanrılarının tiranların müttefiki ve demokrasinin düşmanı oluşu da gerçeğe aykırıdır.
Burjuva devrimi ve sosyalizm ona göre Hıristiyan ruhuyla özdeştir. Bütün bunlara aynı nedenle karşı durur, çünkü o, insanların eşitliğine asla inanmamaktadır. Nietzsche’ye göre, Hıristiyanlık, ayak takımının dini olup, içi “kokuşmuş öğelerle dolu, cinsi bozuk bir dindir.” Aynı şekilde Yahudiliğe de saldırır. Ona göre, Yeni Ant, bütünüyle iğrenç bir insan türünün İncilidir. Hıristiyanlık var olmuş en öldürücü, en aldatıcı yalandır. İleri gelen hiç âlim veya filozof Hıristiyan idealini temsil etmemiştir.

Hıristiyanlık, “onur, uzaklığın ıstırabı, büyük sorumluluk, taşkın ruhlar, muhteşem animalizm, savaş ve feth içgüdüleri, tutkunun tanrılaştırılması, intikam, hiddet, tad düşkünlüğü, macera ve bilgi” gibi değerleri kötülediği ve reddettiği için, kınanmalıdır. Hıristiyanlık, insanların ruhunu terbiye etmeyi amaçlar, bu büyük bir yalandır, başvuranlar hata işler…
Bütün bu yazılanlar, hasta ruhlu bir insanın düşünceleridir. Onun “soylu” kişisi (hayalinde kendisidir o) bütünüyle sempatiden yoksun, kaba, merhametsiz, zalim, sadece kendi erkiyle(kudretiyle) ilgili bir kişidir. Kral Lear, deliliğin sınırında:
“Öyle şeyler yapacağım ki/Ne olduklarını,
Henüz bilmem ama/Onlar,
Yeryüzünün dehşeti olacak/Kendi payıma.”
Nietzsche’nin felsefesinin özü budur işte.

Onun üstün insanına bağışladığı kudret hırsının kendisi bir korkunun sonucudur. Komşularından korkmayanlar onlara eziyet etme gereğini duymazlar. Korkuyu fethetmiş olanlar Nietzsche’nin “sanatçı-tiran”ının çılgın niteliklerine sahip olmazlar. Müzikten ve toplu adam öldürmekten zevk alan, yürekleri kaçınılmaz saray devriminin yüküyle dolu iken müzik ve soykırımdan hoşlanan artist-tiran Neronlarının sahip olduğu niteliklere sahip olmayacaklardır.
Nietzsche, öyle bir korku ve nefretle doludur ki, insanlık sevgisi ona olanaksız gibi görünür. Üstün bir insanın olanca korkusuzluğu ve inatçı gururuna sahip olan birinin, sadece, canı istemediği için acı çektirmeyebileceğini asla düşünmemiştir. Evrensel sevgiyi küçümsemiş, her şey ona itici ve çekilmez gelmiş ve her şeyden uzaklaşmıştır. Onu deli edenler nedenler, belki de sevgisizlik olmuştur.

Marksistler, faşizmi, tekelci sermayenin en gerici, en saldırgan kesiminin iktidarı olarak tanımlarlar; başka bir anlatımla Faşizm: Sanayi sermayesi, bankacılık, ticaret sermayesi, oligarşisinin ideolojik yönetim biçimidir. Bu sadece faşizmin ekonomik tanımlamasıdır, bunun yanında faşizm, üstün ırk, bölünme korkusu, düşmanlık ve saldırganlık üzerine kurgulanmıştır. Bu kurgunun arka planında ise klasik Alman felsefesinin ürünü olan Hegel ve çömezleri vardır. Bunların yarattığı değerlerin etkisiyle yetişen Hitler gibi daha nice sapık lider, milyonlarca insani ölüme göndermekten ve öldürmekten asla çekinmemişlerdir. Sevgisizlik nefreti, nefret de kitle katliamlarına neden olmuştur.


Kaynakça:
1-Hegel G. W. Friedrich; Bütün yapıtları(Seçmeler-1) Onur Yayınları, Ankara, 1976
2-Russell Bertrand; Batı felsefesi, Say Yayınları, İstanbul, 1983
Not: Bu makale: Sosyalist Mezopotamya Dergisi, sayı: 6 Eylül/2019 çıkmıştır.