Türkiye Cumhuriyeti daha kuruluşunun başındayken yani 1937 yılında zehir gaz talep ettiğini Mahsuni Gül ile birlikte arşiv çalışmaları sırasında bulduğumuz belgeler ile açığa çıktı. Dersim Gazetesi, gerçek bir gazetecilik duyarlılığını göstererek bu belgeleri Mayıs-Haziran 2019 tarih ve 83. sayısında kamuoyuna duyurdu. Dersim’de zehirli gazların kullanıldığını, Kızılbaş Kürtlerin mağaralarda “fareler gibi zehirletildiklerini” biliyorduk. Bilmediğimiz gazın cinsi ve hangi ülkeden tedarik edildiğiydi. Belgeler bunu açığa çıkardı.
Zehirli gaz kullanmak insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Zehirli gazların veya kimyasal silahların kullanılmasının Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yasaklanması ancak 1992 yılında yasalaşacaktır. Dünya Silahsızlanma Konferansı, “Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme” raporunu 2 Eylül 1992 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 30 Kasım 1992 tarihinde sözleşmeyi onaylar. BM Genel Sekreteri de 13 Ocak 1993 tarihinde Paris’te sözleşmeyi imzaya açar ve Kimyasal Silahlar Sözleşmesi (CWC) yürürlüğe girdiğini, BM üye tüm devletlerin sözleşmeyi en geç 1997 yılına kadar imzalamaları gerektiğini açıklar. Buna rağmen Türkiye, bu yasaya ancak 2006 yılında uyacağını taahhüt eder. Kimyasal Silahların Önlenmesi Sözleşmesi (CWC)’nin yedinci maddesi kapsamında 5564 sayılı “Kimyasal Silahların Geliştirilmesi, Üretimi, Stoklanması ve Kullanımının Yasaklanması Hakkında Kanun” 14 Aralık 2006 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda kabul edilir ve 21 Aralık 2006 tarihinde yürürlüğe girer.(*1)
Kimyasal silahların bu kadar geç bir tarihte BM tarafından yasaklanması oldukça anlamlıdır; bunun nedeni ise bu silahları gelişmiş Batılı ülkeler tarafından üretilmesi ve müşterilerinin ise azgelişmiş ülkeler olması ve bu ülkeler tarafından cömertçe sipariş edilmesidir.
Kimyasal silah sipariş eden ülkelere baktığımızda, etnik sorunlarını çözememiş, toplumsal barışını, iç huzurunu sağlayamamış, gelir adaletsizliğinin had safhada olduğu, otoriter, baskıcı, azgelişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin pek çoğu da emperyalist ülkeler tarafından, etnik, dini ve toplumsal özellikleri dikkate alınmadan masa başından çizilen sınırlar ile oluşturulmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkelerde iç huzur veya toplumsal barış hiçbir zaman sağlanamamış, hep sorunlu ve iç çatışmalara sahne olmuşlardır. Gelişmiş Batılı ülkeler zehirli gazları üretmeye devam ederken, yukarıda özellikleri açıklanan ülkeler tarafından talep edilmiş ve çok rahatlıkla bu gazlara ve kimyasal silahlara ulaşabildikleri gibi, hiç kimsede cezai bir müeyyideyle karşılaşmamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti ’de Dersim’de kullandığı zehirli gazlardan dolayı uluslararası bir kuruluş tarafından soruşturulmamış ve herhangi bir müeyyideyle karşılaşmamıştır. Cezasız kalan her suç, suç olmaktan çıkmış, gazı kullanan ülkeye bir üstünlük sağlamıştır. Bundan dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri, Kürt gerillalarıyla zaman zaman girdiği çatışmalarda cinsi belirlenmeyen zehirli gazları kullanmaktan çekinmemiştir; ölü ele geçirilen gerilla cesetlerinde bulunan yanıklar bunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Bu durum zaman zaman demokratik kitle örgütleri tarafından gündeme taşınmasına rağmen, yetkililer tarafından herhangi bir açıklama yapılmadığı gibi, bu tür şikâyetler sonlanmamıştır da. Ayrıca köylerin boşatılması sırasında köylülere tanınan bir-iki saatlik bir süre ve ardından evlere atılan yanıcı beyaz tozun ne olduğu, toprağa ne tür etkileri olduğu günümüze kadar bir açıklaması yapılmamıştır.
Kimyasal silahları ve zehirli gazları talep eden ülkelerin, etnik ve dini yapılarına uygun, doğal sınırlara sahip devletler olmadığı, çoğu emperyalist ülkeler tarafından etnik ve dini yapıları gözetilmeksizin masa başında sınırları oluşturulan sorunlu ülkeler olduğu yazıldı. Bu ülkelerin başında ise Kürdistan’ı aralarında bölüşen Ortadoğu’nun sınırdaş dört ülkesi gelmektedir. Bu dört ülke (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) sınırları içinde yaşayan Kürtlere, ulusal-demokratik haklarını tanıyacakları yerde onların varlığını ret ve inkâr etmektedirler. Dolayısıyla bu ülkeler kuruluşlarından itibaren Kürt sorunu yaşamakta ve bu sorunla mücadele etmektedirler. Mücadelenin çok kızıştığı anlarda ise daha önceden Batı’nın gelişmiş ülkelerinden tedarik ettikleri kimyasal silahları kullanmaktan çekinmemişlerdir. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak bunun somut örneğidir.
Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, 1980-88 yılları arasında Batılı emperyalist ülkelerin kışkırtmasıyla İran Molla rejimine saldırır; fakat hiç beklemediği bir direniş ile karşılaşınca, tüm kaynaklarını tüketinceye kadar yani 1988 yılına kadar savaşır. Savaş esnasında her iki tarafta karşılıklı olarak karşı taraftaki Kürtlerle oynar. Savaşın sonlarına doğru İran sınırına çok yakın 40 bin nüfuslu bir kasaba olan Halepçe(15 Mart 1988) Kürt güçlerinin eline geçer. Bunu hazmetmeyen Saddam Hüseyin, lakabı “Kimyasal Ali” olan kuzeni Ali Hasan el Mecid’e Halepçe’yi bombalamasını emreder. Kasaba, savaş uçakları ve topçu birlikleri tarafından ateş altına alınır. Kürt güçleri kasabadan çekilmesine rağmen Ali Hasan el Mecid, hiç acımadan 16 Mart 1988 tarihinde kasabayı kimyasal silahlarla vurur. Kasabaya düşen bombalar önce halkın anlayamadığı güzel bir elma kokusu yayar, çocuklar "Daye binâ behna sevê tê" ( Anne elma kokusu geliyor) derler ama o koku onların sonu olur. Sonuç olarak 5 bin ölü ve 7 bin yaralı ardına bırakır. Kurtulanlar, yanlarına hiçbir şey almadan yönlerini kuzeye ve Türkiye’ye çevirirler.
İnsanlık tarihinin en dramatik göç hikâyesi bundan sonra başlar. Türkiye önce gelen bu göçmenlere kapıları açmaz, onları Saddam’ın zulmüne doğru iter. Uluslararası baskılar sonucu kapıları açar, ama onları birer mülteci olarak değil, esir muamelesine tabi tutar. Diyarbakır, Muş ve Mardin'de kurulan kamplara yerleştirilen sığınmacılar, tel örgüler içine alınarak, kuzeyli soydaşlarıyla iletişime geçmeleri önlenir. Uluslararası yardım kuruluşlarından gelen yardımlar engellendiği gibi onlara devletin ne kadar cömert davrandığının propagandası da yapılır. Kamplarda mültecilerin asgari ihtiyaçları karşılanamadığı için kötü beslenme yüzünden açlıktan ölümler yaşanmasına neden olur; özellikle süt yetersizliğinden bebek ölümleri giderek artar. Dünya Sağlık Örgütü’nün kimyasal silahla yaralananların tespit edilmesi için gönderdiği heyetin, hastaları ziyaret etmesi engellenir. Sığınmacılara Kürt denilmesi yasaklanır, onlara Kuzey Iraklılar ya da peşmerge denilecektir. Bu da yetmezmiş gibi Iraklı istihbaratçılar tarafından ekmelere zehir şırınga edilerek, sığınmacılar zehirletilmeye çalışılır.
Gerek kimyasal silah olsun gerekse zehirli gaz kullanımı olsun bir insanlık suçudur. Bu suçu işleyenler mutlaka cezalandırılmalıdırlar. Bu yapılmadığı sürece bu tür ülkeler tarafından bu tür gazların kullanılması devam edecektir. Halepçe katliamı insanlık tarihinde sivilleri hedef alan en büyük kimyasal saldırı olarak tarihe geçmiştir. Aynı yılın sonbaharında Kuveyt’e toplanan İslam İşbirliği Teşkilatının toplantısında, İslam ülkelerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar, Kıbrıs ve Filistin sorunları tartışılır ama hemen yanı başlarında kimyasal silahlarla katledilen çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 5 bin Kürdün ölümü ve yaşanan dram bir türlü gündemine almaz/alamaz.
Olay yerine ilk varan Sınır Tanımayan Doktorlar ekibi, hardal gazı kullanıldığını teyit etti. Belçikalı ve Hollandalı doktorlardan oluşan bu ekip, kullanılan zehirler arasında muhtemelen siyanür de olduğunu bildirdi. Bu gazların üretilmesine, Irak teknolojisinin yetersiz kaldığını biliyoruz. O halde bu gazları hangi ülke veya ülkeler üretti ve Irak’a sattı. Bu sorunun cevabını bugün dahi almış değiliz. Bu konuda Avrupa ülkeleri üç maymuna oynamışlardır. İlginç olan ise eski alışkanlıklarından bir türlü sıyrılamayan pek-çok insanımız, Ortadoğu’da ABD’nin sıçrama tahtası olarak gördükleri ve Filistin’i işgal ettikleri bahanesiyle her gün lanetledikleri İsrail; Halepçe katliamını kınamış, lanetlemiş ve dünyaya duyurmuştur. Yanlış duymadınız dünyada sadece bir tek İsrail Devleti, Halepçe katliamını kınamıştır.
2017 yılında Suriye rejiminin Kuzeybatıdaki muhalif güçlere karşı kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle ABD ve müttefikleri tarafından askeri tesisleri bombalanmıştır; fakat bu yetersizdir. Daha tutarlı cezalar ve cezai müeyyideler gereklidir. Tarafımızda bulunan ve Dersim gazetesinde yayınlanan belgelerin yurt içinde gerekli kamuoyunu oluşturduğunu ve demokratik kitle örgütlerini harekete geçirdiğini söylenemez. Bu kahredici derin sessizlik egemen güçleri cesaretlendirmektedir. Dün Dersime karşı kullanılan zehirli gazların, yarın bir başka yerde kullanılmayacağının garantisi yoktur. Kaldı ki, 2013 Taksim Geziparkı olaylarında polis tarafından orantısızca kullanılan biber gazlarının kitle üzerinde ne tür etkileri olduğu hâlâ bilinmiyor, tek bilinenin gazı yiyenlerin pek çoğunda astım hastalığının görülmesidir.
İnsanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine giren zehirli gazların üretimi ve kullanılmasının yasaklanması için tüm demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların ve siyasal partilerin birlikte hareket etmesi gerekir. Bir daha Dersim ve Halepçe’lerin yaşanmaması için, hepimize iş düşüyor. O halde hep birlikte zehirli gazların, (biber gazı da dâhil olmak üzere) üretilmesini ve kullanılmasını durdurmak için barışçıl direnişlerde bir araya gelelim….
(*1; Kaynak Linki : http://hukukbook.com/kimyasal-silahlarin-onlenmesi-sozlesmesi-cwc/
NOT: Bu makale, Dersim gazetesi, Ekim-Kasım 2019 tarih, 85. Sayısında yayınlanmıştır.