TARİKATLAR, DİN ADAMLARI VE SOSYALİSTLERİN TAVRI


Türkiye’de din olgusu hiçbir zaman gündemden düşmedi;  zaman zaman toplumsal yaşamdan gerilese de gündemde ki konumunu hep korudu. Osmanlı İmparatorluğu’nda dinin kamusal yaşamın dışına itme çabaları II. Mahmut’la başlar. Sultan II. Abdülhamid’e kadar din az da olsa kamusal yaşamın dışında tutulmaya çalışıldı ama Abdülhamid ile birlikte tamamen kamusal yaşamın içine girdi ve devletin resmi ideolojisine dönüştürüldü. Gerek İttihatçılar olsun, gerekse Kemalistler olsun dindar olmamalarına karşın, dinin halk üzerindeki etkilerini bildikleri için, dini siyasal amaçları için alabildiğince kullandılar; hatta mümkün olabilseydi, Arap dini dedikleri İslam’ın bir Türki versiyonunu yaratacaklardı; başaramadılar. İstemelerine rağmen dini kamusal alanın dışında tutamadılar, hep denetim altında, kullanabilir bir olgu haline getirdiler. Kemalistleri kontrolü din olgusuna iten ise Kürt ve Kürdistan algısıdır. Kürtleri, dinin ortak paydası altında tutarlarsa ancak kontrol edebileceklerdi. Şayet bu mesele olmasaydı, belki de din, Türkiye’nin kamusal alanın dışına çoktan itilmişti.

Kontrolü din olgusu, AKP gibi dinsel tabandan gelen bir partinin çok işine yaradı. Din üzerindeki örtünün kaldırılmasıyla, tarikatlar ve cemaatler toplumsal ve kamusal alandaki hâkimiyetlerini ilan ettiler. Hükümetten aldıkları destekle cemaatler bir andan ekonomik güç haline geldiler, müritlerden gelen akar ile cemaat liderleri lüks arabalarla, zengin sofralarla kamuoyunda boy gösterdiler. Akarın, kusursuz akması için ideolojik-politik ikna araçlarına; sadakatle bağımlı, sorgulamayan, önyargılı cahil nesiller yetiştirmek içinde okullara vb. araçlara ihtiyaç duyulunca, cemaat televizyonları, gazeteleri, yayınevleri, okulları, yurtları, Kuran kursları, vb. mantar gibi çoğaldı. Bu çoğalmayla birlikte, bu yerlerde işlenen çocuk istismarları, kadın cinayetleri ve diğer pis işler bir bir gün yüzüne çıkınca, sanki bunlar aile içinde vuku bulan olağan ama basit şeylermiş gibi hemen sümen altı edilir. Tabi hedef büyüktür, büyük hedefin yanında bunların lafımı olur. Hedef devletin kilit noktalarına elemanlarını yerleştirerek, kamu gücünü elde etmektir. Gülen cemaati deşifre olup kamu alanında uzaklaştırılırken, boşluğu hemen yeni cemaatler doldurmaktadır. Ve belki de gelecekte mücadele bu yeni cemaatlerle olacaktır.

Bu kadar güçlenen ve toplumsal yaşamı da aşarak, kamusal alana hâkim olmaya çalışan bu cemaatlerin, topluma verecekleri nelerdir? Veya bu cemaatlerin, din adamlarının toplumsal bir projeleri var mıdır? Topluma şükür öğretmeyi ve cehennem azabıyla korkutmanın dışında ne gibi düşünceler üretebiliyorlar. Kitleleri bunların arkasına iten güç nedir? Biraz da bunların arkasındaki sosyolojik olguya bakmak gerekir.
Gerek tarikatlar olsun gerekse din adamları olsun, insanların eşitliğini ve mutluluğunu istemezler. Aksi halde imtiyazlı durumlarını kaybederler. İnsanların iyiliği için sözde çaba göstermekten önce refahın gerçekten sağlanmasına yardım etmek zorunda kalırlar. Ama onlar, imtiyazların, sınıf egemenliğinin baş savunucularıdır. Adalet değil, merhamet, eşitlik değil, küçültücü bir teslimiyet, bilgi değil, inanç isterler.

Halk, insanlık onuruna yakışan bir hayat zahmetinin karşılığını elde etmeye çalışırken ve bunları isterken, onlar halka kanaatkârlık vaazı verir, onu cennetle avuturlar. Ama kendileri zenginlik ve mutluluk içinde yaşar, başkalarının çalışmalarından elde edilen gelirlerle geçinirler.
Dinde bulunan asıl iyi özün bütün insanlığa ilişkin olduğu tezi doğru değildir. Dinin savunduğu öğretiler ve dogmalar karmaşıklığı, insanlığa düşmanca bir şeydir. İleri sürülen teorilerle uygulama arasındaki çelişkiden ancak dinden büsbütün kurtulmakla olur.
Din hayali bir mutluluk vadeder, onu da, ancak öte dünyada.

Din toplum durumunun akıl üstü yansımasıdır. İnsanlık geliştiği, toplum değişime uğradığı ölçüde dinde değişir. Marx’ın dediği gibi, din halkın hayali mutluluğu yolundaki çabasıdır ve bu çaba toplumun hayale ihtiyaç gösteren bir durumundan çıkar. Ama gerçek mutluluğun ne olduğu ve bunun gerçekleşmesi olanağı görülür görülmez kaybolur.

Egemen sınıflar kendi çıkarları için bunun öğrenilmesini engeller ve böylece egemenliklerinin aracı olarak dini muhafaza ederler. Bu davranış, çok duyulan şu cümlede en açık olarak kendini gösterir: “halkın elinden din alınmamalıdır.” Bu görüş, sınıf egemenliğine dayanan bir toplumda önemli bir resmi fonksiyon olur. Bu fonksiyona yüklenen ve bütün zekâsını binanın muhafazası ve genişletilmesi yolunda kullanan bir kast meydana gelir. Bu kast kendi iktidarını ve itibarını da böylece geliştirir.

Din, insanın, emeği aracılığıyla doğadan ayrılmış olduğu ama tüm olarak, doğanın kaba güçlerine çok büyük ölçüde bağımlı bulunduğu zaman ortaya çıktı. Doğa karşısında şaşkınlığını ve güçsüzlüğünü hisseden insanoğlu hep bir yaratıcı arayışı içinde oldu. Başlangıçta en aşağı kültür basamağında, ilkel toplum koşulları içinde büyü ve sihir, daha ileri bir gelişmede çok tanrıcılık dini, ileri kültürlerde de tek tanrıcılık inancı geliştirildi. Oysa insanlar yanlış bir arayış içine girmişlerdi, çünkü insanları yaratan tanrılar değildi, tanrıları yaratan insanlar olmuştur. Engels, Anti-Dühring’te şunları yazar: “İlkel insan için doğa güçleri yabancı, gizemli, olağanüstü niteliktedir. İnsanoğlu, tüm uygar kavimlerin geçirdikleri bir evrede bu güçleri cisimleştirme yoluyla kendine benzetir ve özümser. Bu cisimleştirme güdüsü, her yerde tanrıları yaratmıştır.”
Tek tanrıcılığın yerini de herşeyi kapsayan, her şeye inebilen bir kamutanrıcılık almıştır. Gittikçe bu da kaybolmaktadır. Doğa bilimi, dünyanın altı günde yaratıldığı öğretisini efsane haline getirdiği çok oldu. Astronomi, matematik ve fizik gökyüzü cennetini, üzerinde meleklerin oturduğu yıldızlardan meydana gelme gökyüzü çadırını, meleklerin yaşadığı yıldızları uzay, yerinde duran yıldızlar ve uydular haline getirdi. Özetle bilim, dinin tahtını yıktı, ama kamu alanda varlığına son veremedi çünkü dinin varlığından nemalanan egemen sınıflar var…
Varlığını tehdit altında gören egemen sınıf şimdiye kadar her egemen sınıfın yaptığı gibi her türlü otoritenin dayanağı olarak dine sarılıyor. Gerçekte burjuvazi, hiçbir şeye inanmaz. Bütün gelişmesi içinde, onun sinesinden fışkırmış modern bilim yoluyla, dine ve her türlü otoriteye olan inancı sözde bir inançtır. Kilise ve cami yardıma muhtaç olduğu için sahte dostunun yardımını kabul ediyor. “Din halk için gereklidir” diyor. Dinin kamusal alanda tamamen çekilmesi ancak sosyalist demokraside gerçekleşebilir. Sosyalist bir demokraside insanın insan tarafından sömürülmesi yoktur, sömürü ortadan kalkınca, dine olan ihtiyaç da kendiliğinden ortadan kalkacaktır ve din de giderek toplumsal yaşamın içinde sönükleşerek yok olacaktır.
Sosyalistler, din ideolojisi konusunda tarafsız bir tutum benimseyemezler ve bu ideolojiye karşı kayıtsızlıkla da davranamazlar. Çünkü tanrıtanımaz görüşü benimsemişlerdir. Dolayısıyla din ve sosyalizm asla bir arada olamazlar, ikisi birbirleri karşısında ateş ve su gibidirler.
 Sosyalist düşünce diyalektik materyalizmi savunur. Diyalektik materyalizm, dinle mücadeleyi bilimsel bir temel üzerinde oturtur. Toplumsal köklere sahip olduğu ve toplumsal bakımdan kötü durumda bulunan kitlelerin yaşam koşullarından doğduğu ve onların etkisiyle sürüp gittiği için dinin ortadan kaldırılması, her şeyden önce, onu doğuran nedenlerin ortadan kaldırılmasına yani kapitalizmin bertaraf edilmesine bağlıdır. Bundan ötürü Marksistler, dine karşı alınacak tavrı, kapitalizme karşı yürütülen sınıf mücadelesi çerçevesi içinde ele alırlar. Marksistler, sosyalizm için mücadelede, görüşleri ve dinsel inançları ne olursa olsun, tüm emekçi halkı bir araya getirmeye çalışırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere tüm camilerin ve dinsel kurumların devletten ayrılmasını isterler; dinsel nedenlerden ötürü insanların baskı altına alınmasına ve yurttaşların, dinlerine göre sınıflandırılmasına karşı çıkarlar.
Yeryüzündeki mutluluk için yürütülen mücadelede, emekçi halkın birliğinin sağlanması, bir tanrının var olup olmadığı konusundaki tüm fikir ayrılıklarından daha önemlidir. Sömürünün sonlanması ve yeryüzü cennetinin kurulması için mücadele eden sosyalistler, insanların dinsel-dilsel ve ırksal niteliklerine bakmaksızın tüm insanları kardeşleştirmeye ve kucaklama çalışırlar. Bu mücadele aynı zamanda insan olmanın, sosyalist olmanın da bir gereğidir….

5/09/2019

NOT: bu makale Rojnameya Newroz’da yayınlanmıştır.