“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesin”/Nazım Hikmet
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki önemli tartışmalarından bir tanesi de toplumsal eşitlik mi, bireysel özgürlük mü daha öncelikli olduğudur. Burjuva ideologları, toplumsal eşitliğin olduğu, her şeyin toplum için olduğu yerde, bireysel özgürlüğün olamayacağını, bireyin gelişemeyeceği ve bireyin toplum uğruna feda edildiğini yazarlar. Burjuva aydınları, insanlar arasındaki bir eşitliğin doğaya aykırı olduğunu, bir elin beş parmağının eşit olmadığını ileri sürerek, toplumsal eşitliğin olmayacağına dair bir algı yaratıyorlar. Doğayı emsal göstererek, toplumsal eşitsizliği gerekçelendiren görüşler, XIX. yüzyıldan itibaren burjuvazinin gelişimine paralel olarak, Auguste Comte, Emile Durheim gibi filozoflar tarafında geliştirildi. Pozitivist felsefi okulun bünyesinde toplanan bu görüşler, burjuvazinin en gerici görüşlerini temsil etmektedirler.
Gerici burjuva ideologların bazıları da toplumda, insanlar arasında eşitsizliğin varlığını kabul etmelerine karşın, sınıflar arası geçirgenliğin de mümkün olduğunu savunurlar. Buna göre; çok yoksul bir bireyinde çok çalışarak, birikim yaparak, birikimini akıllı yatırımlara yatırarak pekâlâ bir işadamı olabilir. Eğer birey, içinde bulunduğu sınıftan bir üst sınıfa atlayamıyorsa, bu sistemin hatası değil, bireyin tembelliği ve beceriksizliğindendir. Bir başka ideolog grup ise kapitalistlerin, işçilerden daha yüksek yeteneklere ve yatkınlıklara sahip kimseler olduklarını ileri sürer. Bunlar gerici ideolojilerdir ve Marksizm tarafından kesinlikle reddedilmişlerdir. Çünkü insanlar, doğa bakımından ne köle ne serf, ne de ücretli işçidirler. Rousseau’nun ünlü sözüyle; “insan özgür doğmuştur ama her yerde zincire vurulmuştur.” İnsanlara bu zincirleri takan ise özel mülkiyet ilişkileridir.
Gerici burjuva ideologların iddialarının aksine rahatlıkla söyleyebiliriz ki birey, ancak, toplumsal eşitliğin olduğu yerde özgürdür. Başka bir ifadeyle bireysel özgürlüğün teminatı, toplumsal eşitliktir. Bu da ancak özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Toplumsal mülkiyete geçmek, sosyalizmi kurmak demektir. Sosyalizmin amacı, her türlü sınıf çelişkilerini ortadan kaldırmak ve sınıfsız bir toplum kurmaktır. Marx’ın Manifestoda ki sözleriyle; “ sınıflarıyla ve sınıf karşıtlarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik olacaktır.”
1/-Köleci ve feodal sistemler de toplum ve birey;
İlkel toplumlarda henüz birey olgusu gelişmemiştir, birey varlığını ancak içinde yaşadığı toplum içinde, yani klanın veya kabilenin ve veya aşiretin içinde idame edebiliyordu. Toplum, doğa ile bağını tamamen kesemediği için bağımsız bir kişilik henüz algılanamıyordu. Birey ile topluluk arasındaki bu en ilkel birlik, üretici güçlerin gelişmemiş durumunu ve insanın doğaya olan bağımlılığının bir sonucuydu.
Tarih bakımından, insan, bir kişilik olarak, ilkel komünal topluluğun çözüntüye uğraması ve sınıf toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte biçimlendi. Bu koşullarda, bireyin kişilik olarak gelişmesi, dış bir zorunluluk, toplumsal gelişimin nesnel gereksinimlerinden doğan bir zorunluluk haline geliyordu. Kişiliğin gelişmesini ve toplumla olan ilişkisini belirlerken üç nokta üzerinde durmak gerekir:
a)-Kişiliğin gelişmesi için toplum tarafından sağlanmış nesnel koşullar.
b)-Kişiliğin kendisinin-bilincinin ve etkinliğinin gelişme derecesi.
c)-Toplumun, insanı, kişilik olarak kabul etmesinin derecesi.
Özel mülkiyet ve toplumun sınıflara bölünmesi temeli üzerinde kişilik, sınıf kişiliği olarak oluştu ve toplumla dolaylı olarak, yani sınıfın, zümrenin ya da kastın temsilcisi olarak, karşılıklı bağlılık içine girdi. Böylece, daha başlangıçta, egemen ve baskı altındaki sınıflar içinden kişiliklerin oluşmasını sağlayan farklı koşullar ortaya çıktı. Köle emeğinin sağladığı rahatlık sayesinde antik Yunan’da ve feodalizmde soylu zümre kişiliği gelişirken, baskı altındakilerin düşünsel ve yaratıcılık etkinliklerden uzaklaştırılması onların kişilik gelişmelerini önledi. Bundan dolayıdır ki, bu toplumlarda birey ezik, teknik ilkel, verim düşük, bilim yasak, dinsel görüş egemen ideoloji olup hayat durağandır. Ve bu, insanlığın karanlık çağıdır.
Yüzyıllar boyunca, egemen sınıfların üyeleri, emekçi halk kitlelerine, içinde bireyselliklerin bulunmadığı bir yığın gözüyle baktılar. Bu küçümseyici bakış, sömürücüler açısından, kitlelerin baskı altında ve bağımlı durumunu yansıtıyordu ve zenginliğin ya da soyluluğun doruğunda yer alanların durumunu haklı çıkarmaya yarayan bir bakış açısıydı. Bundan ötürü sınıflı toplumlarda gerçekleştirilmesi olanaksız olduğu halde, kişiliği en yüce değer olarak gören hümanist ve demokratik görüşler, toplumsal düşünce açısından büyük değer taşır.
1/1-Hıristiyanlık, aşkın dünyada, Tanrı katında insanları eşit saydı;
Toplumun, sömüren ile sömürülenler olarak sınıflara ayrışması, beraberinde sınıfsal mücadeleyi de getirdi. Sınıflar arası mücadele hep şiddetle bastırıldı ve ezilenler çok ağır bedeller ödediler, buna rağmen mücadele durmadı. Antik çağlardan itibaren ezilen sınıfların safında yer alan, toplumların eşitliğini savunan çeşitli görüşler geliştirildi, özellikle Doğu’da, İran ve Kürdistan’da Mazdeizm hareketi, Hindistan’da ise Budizm bunlardan birkaçıdır, ama hiç biri başarılı olamadı. Hatta köleciliğe son vermek için koca Roma’nın temellerini sallayan Spartaküs hareketi bile başarılı olamadı, çünkü dönemin toplumsal gelişmişlik düzeyi sistemi değiştirmeye uygun düşmüyordu. Bu hareketlerden çok sonraları ortaya çıkan Hıristiyanlık, bütün insanlara eşitlik vaat ettiği için özellikle köleler arasında hızla yayıldı, ama Hıristiyanlık, toplumsal eşitliği bu dünyada değil, aşkın bir dünyada ve Tanrı huzurunda bu eşitliği vaat etmişti. Buna rağmen ilk Hıristiyanlar, korkunç katliamlara uğradılar. Nedeni, sistemin egemen dinine aykırı bir din yaymaları değildi, insandan sayılmayan kölelerin, aşkın bir dünyada dahi olsa insandan sayılmasıydı. Bu olgu, egemen sınıflar tarafından kabul edilebilir bir şey değildi. Köleler açısında ise tarihte ilk kez insan olduklarının bilincine varmalarıydı; aşkın bir dünyada da olsa, Tanrı huzurunda diğer insanlarla eşit olduklarını bilmek, köleleri coşturmaya yetmişti.
Aşkın bir dünyada dahi olsa, insanların zihinlerine eşitlik düşüncesini sokmak, gelecekte, yeryüzünden de eşitlikçi toplumları yaratacak tohumun serpilmesine neden olacaktı. İşte egemen sınıfları kudurtan, onları vahşet derecesine varırcasına işkence yapmaya iten dürtü bu düşünceydi. Egemen sınıflar, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramları duymak istemiyorlardı, bugün de istemiyorlar…
2/-Kapitalist sistemde toplum ve birey;
Burjuva devriminin topluma sunduğu özgürlük, herkesin yasalar karşısında eşit olduğu ilkesidir. Ezilen sınıflar için bu ilke bir kazanımdır, ama yetersizdir. Gerçekten de kapitalizmin tarih sahnesine çıkması devrimci ve ileri bir aşamadır. Fakat kapitalizm sınıflar arası çelişkileri çözemediği için hızla gericileşmiştir.
İşçi sınıfı açısından yasalar önünde “eşitlik ilkesi” ne anlama gelir? Piyasada, emtiaya dönüşen emeğin, serbestçe alış-verişi ve özgür bir anlaşmayla gerçekleşmesi demektir. Ücret sözleşmesinin yürürlükte olması, sözleşmeyi yapan tarafların yasal özgürlük ve eşitliğini yani bir serbest piyasada işgücünün satın alınmasını önleyebilecek herhangi bir toplumsal bağımlılığın olmamasını gerektirir. Buradan hareketle işgücü, ancak kendi gerçek sahibi tarafından, yani işgücü olarak ait olduğu kişi tarafından mal olarak sunulduğu ölçüde ve sürece mal olarak piyasada görülebilir. Ama işgücü sahibinin mal olarak satabilmesi için, bu kişinin kendi işgücü üzerinde tasarrufta bulunabilmesi, kendi çalışma kapasitesinin, kendi kişiliğinin özgür olması gerekir. İşgücü sahibi ile sermaye sahibi aynı katmandan gelen mal sahipleri gibi piyasada karşılaşırlar ve birbirleriyle ticari ilişkiye girerler, aralarındaki tek ayrım birinin alıcı diğerinin satıcı olmasından ibarettir. Bundan dolayı da, yasalar karşısında eşit kişilerdir. İşte burjuva demokrasisinin biçimsel özgürlük ve eşitliği, mal değişiminin biçimsel özgürlük ve eşitliğinin siyasal kurumlar düzeyindeki ifadesi budur. Burada, emekçi, kapitalistin karşısında, kişisel olarak özgür birey durumdadır. Bu özelliğinden dolayı kapitalist onu çalıştırmaya zorlamaz, ama genel olarak üretim araçlarına sahip olmadığı için, işçi olarak çalışmak zorundadır, işçi kendi isteğiyle, kendisini işçi olarak kapitaliste sunar. Teoride işçi istediğini yapabilen “özgür” bir bireydir, ama emek piyasasında kendisini satan bir meta konumundadır, özgürlüğü, kendisini pazarlama gücüyle sınırlıdır, eğer kastedilen özgürlük bu ise işçi özgürdür.
Kapitalizm, işgücünü satın almak, işçi de işgücünü satmak zorunda olduğu bir sistemdir. Bundan ötürü, kapitalist işçiyi hem üretim araçlarından hem de ürünlerinden ayırarak işgücünü satmak zorunda bırakır. Artık, işçi için, emek süreci, geçimini sağlayan bir araçtan başka bir şey değildir, kapitalist için ise üretim, kâr sağlayan bir araçtır. Bu koşullarda üretim, insan gelişimini sağlayan bir araç değildir; tersine insan, üretimin gelişmesinin bir aracı haline gelmiştir. Böylece işçi, kapitalist sermayenin kölesi, makinenin bir eki ve maddesel varlıkların bağımlısı haline getirilmiştir. ABD’nin başkanlarından Roosvelt’in söylediği gibi, “ gereksinme içinde olan insanlar özgür değildir.” Özgürlük, her bakımdan ancak toplumsal eşitliğin sağlandığı bir sistemde sağlanır. Ekonomik eşitsizliğin bulunduğu sınıflı toplumlarda, herkes için eşitlik ve siyasal özgürlük olamaz, ancak bağımlılık ilişkileri olabilir. Ekonomik bakımdan güçlü olan, daha kötü durumda bulunanlar üzerinde daima maddi ve manevi baskı uygulayarak, bağımlılığı kalıcılaştırır.
Kapitalist sistem, sermaye egemenliğine dayanır. Lenin’in de yazdığı gibi, “sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez”. Fakat demokratik cumhuriyet aynı zamanda işçi sınıfına örgütlenme ve sınıf bilincini geliştirme imkânını da sağlar. Örgütlenmiş, sınıf bilincine ermiş işçi sınıfının hedefi, siyasi iktidarı almak için mücadele etmektir, bu tehlike oluştuğu anda burjuvazi, en sert tedbirlere başvurarak ve kendi hukukunu dahi hiçe sayarak, daha önce tanıdığı siyasi hak ve özgürlükleri geri almaya çalışır. İşte bu an çatışma anıdır, başarı, karşılıklı güçlerin direncine ve kararlılığına bağlıdır. İşçi sınıfı sömürü sistemini tümden ortadan kaldırmak istiyorsa, ekonomik eşitsizliğin temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyetini, toplumsal mülkiyet lehinde değiştirmektir; değişim ise ancak işçi sınıfının öncülüğünde bir devrimle gerçekleştirebilir.
Kapitalist sistemde, emekçinin ürettiği ürün, ona yabancılaşmakta ve egemenliği altına alan bir güce dönüşmektedir. Bu yabancılaşmanın kaynağı, işbölümü ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Bundan ötürü, yabancılaşma ancak özel mülkiyetin ve toplumsal işbölümünün bertaraf edilmesiyle ortadan kaldırılabilir. Yabancılaşma süreci, kişiliğin kapitalist düzende yaşamak zorunda kaldığı “sapık dünya”yı yaratır. Gerçekten de, kişinin yeteneklerini, bilgilerini, deneyini, manevi ve fizik gücünü, yatkınlıklarını elle tutulur biçimde dile getiren ürünler doğuran emek, insanın yaşam etkinliğinin temel biçimidir. Ama emeğin ürünü üreticiden yabancılaştığı zaman, emek bu anlamını yitirir; insanın yaratıcı yeteneklerinin ve kişiliğinin dile geldiği alan olmaktan çıkar ve geçimini sağlayan bir araç durumuna düşer. Emeğin ürünleri ve ona eşlik eden toplumsal ilişkiler, bağımsız ve etkin bir güç durumuna gelir. Öte yandan, etkinliğin gerçek öznesi olan insan, bu gücün etkisinde, toplumsal güçlerin kendiliğinden doğan etkinliğine bağımlı bir nesne durumuna düşer. Kapitalizm, emekçiyi sakatlamakta, kişiliğini çarpıtmakta ve ruhunu öldürmektedir.
Kapitalizm, insanla hemen hemen hiç ilgilenmemektedir. Çünkü kapitalizmde herkes kendisini düşünmekte ve kendisiyle ilgilenmektedir; gemisini kurtaran kaptandır misali…En kötüsü kapitalizm insanı eşyanın kölesi durumuna sokmuştur. Modern burjuva toplumunda, insanın, eşyanın kölesi durumuna girişi çeşitli biçimler alır. Burjuva toplumu, insanda kaba bir tüketici zihniyet yaratmaya yönelir. Eşya edinme, başlı başına bir amaç durumuna gelir. Böylece eşya, sadece bir tüketim aracı, insanın gereksinmelerini gideren bir araç niteliğinde değildir, cep telefonunda da görüldüğü gibi insanın statüsünü gösteren bir niteliğe bürünür. Yani eşya, saygınlık işlevi edinir. İnsanlar, sahip oldukları şeylere göre değerlendirilir. Bundan ötürü de, belli tüketim standartlarını elde etmeye yönelirler. Bunun sonucu olarak, sadece kişisel ve günlük yaşamında kendisi olduğuna inanır. Oysa aslında, tercihleri, tüketimin niteliği, görüş ve düşünceleri kapitalist reklam ve kitle iletişim araçlarının güçlü mekanizması tarafından programlanmıştır. Kapitalist tekeller tüketici kitlesi yaratmak için bu araçlardan oldukça yararlanırlar ve insana boş vakit geçirmesini sağlayacak AVM’ler gibi cazibe merkezlerini kurarlar ve kafalarını bayağı “kitle kültürü”yle doldururlar.
Nedir kitle kültürü?
Kitle kültürü, genellikle, ilkel ve sıradan estetik gereksinimleri gideren bir şey olarak ortaya çıkmakta ve gerçek kültürün yerini almaktadır. Kitle kültürünün belli bir işlevi vardır. Bu işlev, insanı yaratıcı bir birey olarak geliştirmek değil, kitleleri yönetici sınıfın işine gelecek biçimde yönlendirmektir. Kitle kültürü, kamuoyunu tüketicilerinin tercihlerini ve değer yargılarını biçimlendirir. Önemli toplumsal sorunları insanların gözünden kaybettirir ve boş zamanlarını doldurur, kişiyi edilgen bir kültür tüketicisi haline getirir. Bundan ötürü kitle kültürü, temel bakımdan insanı yaratıcı bir birey olarak geliştirme aracı değil, yeni ve daha ince bir biçimde, kitleleri, kültür değerlerinden uzaklaştırma aracıdır. Ayrıca kapitalizm, kitleleri geliştirmekten hiçbir şey kazanmadığı için, kültürün sınıf amaçları için kullanıldığının yeni bir kanıtını da vermektedir. Kitle kültürü, iş dünyasının, kitlelerin boş zamanlarına nasıl el attığını ve salt ticari yöntemler kullanarak bunu nasıl sömürdüğünü de göstermektedir. İnsanlar, düşünme alışkanlıklarından yoksun bırakılarak, zihinlerini güdükleştirir, ruhlarını yoksullaştırırlar. Başka bir ifadeyle kapitalist sistemde insanlar, başkaları tarafından yönlendirilen birer robotik insana dönüşmüşlerdir. Bu durum bireyin sosyal hiçbir bir şeye ilgi duymama halidir. Ne sosyal mücadeleyle ne de toplumun herhangi bir sorunuyla ilgilidir, o artık fantastik bir dünyada yaşamaktadır. Böylece, kişiliğin gelişiminin gerçek gereksinmeleri ile kapitalist toplumdaki bütün bir yaşam tarzı arasında, “yabancılaşma” diye bilinen bir uzlaşmazlık ortaya çıkmıştır.
3/-Sosyalizmde, toplumsal eşitlik ve bireysel özgürlük kavramı;
Girişte de belirtildiği gibi, burjuva ideologları, sosyalizmde temel amacının toplum olduğunu, toplumu öne çıkararak, bireyi körleştirip, gelişimini durduğunun propagandasını yapmaktadırlar. Oysa bunun tam tersi doğrudur. Sosyalizm, başarısının bireysel özgürlüklere, bireysel özgürlüğünde toplumsal özgürlüğe bağlı olduğunu diyalektik gerçekliğe dayandırırlar. Toplumsal ve bireysel çıkarların uyum haline getirilmesi, bir sosyalizm ilkesidir ve Marksistler, olayı diyalektik bir yöntemle ele alarak incelemişler. Buna göre; birey, ancak bir toplum içinde yaşayarak yeteneklerini geliştirme olanaklarına kavuşabilir. Bundan ötürü, kişisel özgürlük ancak toplumla olanaklıdır. Bu ilkeye göre toplumun özgürleşmesinin, bireyin özgürleşmesinin de koşuludur.
Sosyalizmin ayırt edici özellikleri, üretimde ve öteki toplumsal etkinlik alanlarında, sömürüden kurtulmuş üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve dostça işbirliği ilişkileridir. Toplum şu ilkeye dayanır; “çalışmayan tüketemez”. Bölüşüm yasası ise, topluma verilen emeğin niceliğinin ve niteliğinin değerlendirilerek karşılığının verilmesidir. Sosyalizmde sadece, sömürü kaynağı olmayan tüketim maddeleri bireysel mülkiyet olarak kabul edilir. Kapitalist toplumda, bireylerin en büyük korkusu iş ve gelecek korkusudur. Her birey geleceğinden kaygılıdır ve ne olacağım endişesiyle yaşamaktadır. Yine yarım gün çalışma ya da esnek çalışma sistemi gibi absürt sistemlerle, milyonlarca işçi işsizlik korkusuyla yaşarken, toplumun en değerli üretici güçleri olan bu insanlar üretimin dışına atılarak harcanmaktadır. İşte sosyalizm bireyin bu korkusunu gidermiştir. Çünkü sosyalizmde üretim, kapitalizmde olduğu gibi kâr amacıyla yapılmamaktadır; üretim, kullanım için yapılacak ve planlı olacaktır. Dolayısıyla herkese her zaman iş sağlayacaktır, bunun bilinmesi, insanların içindeki ekonomik depresyon, işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolacak, bunun yerini huzur ve ekonomik güvenlik duygusu alacaktır.
Sosyalizm, üretimin sosyalleşmesine karşın ürünün özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırarak, üretici güçlerin olağanüstü ve kesintisiz gelişmesine imkân verir. Ekonomik buhranlara ve bunlardan zorunlu olarak doğan boğucu işsizlik sıkıntılarına kesin olarak son verir. Her emekçinin topluma sağladığı çalışmanın niceliğine ve niteliğine göre ödüllenmesine imkân vererek, işçinin sadece çalışma gücü karşılığında para aldığı ücretli emek bahtsızlığına son verir. Sosyalizmi gerçekleştirecek işçi sınıfının başarısı, bir sınıfın egemenliğinin yerine başka bir sınıfın egemenliğinin konması demek değildir. Bu çok önemli bir esastır. Amaç, sınıfsız, devletsiz, yönetimsiz bir toplum modeli olan komünizmi hayata geçirmektir. İşte o zaman Marx’ın yazdığı gibi bayraklarının üzerine, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazılacaktır.
Sosyalizmde toplumun bireye duyduğu ilgi, insanları toplumun yararı için çalışmaya yöneltir. Sosyalizm, emekçilerin ve giderek tüm toplumun hayat standartlarını en yüksek dereceye çıkaracak tedbirleri alır. Sosyalizmde eşitlik kavramı, hiçbir biçimde, bireysel farkların ortadan kaldırılması olarak anlamamıştır. Bu nedenle, “herkesten yeteneğine göre” ilkesi, yeteneklerin eşitsizliğini ve bireyler açısından ayırım gözetilmesini içeren bir ilkedir. Tam anlamıyla toplumsal eşitlik, bu ayırımları silmek şöyle dursun, aslında bireyselliğin eksiksiz gelişimi ve kişiliğin serpilip boy atması için gerekli koşulları sağlayacaktır. Burada üzerinde durulması gereken bir konu da bireycilik ile bireyi karıştırmamak gerekir. Bireycilik, birey ile toplum arasındaki bir uzlaşmazlık içinde gelişmiştir ve bu uzlaşmazlığın bir yansımasıdır. Oysa kolektivizm, uzlaşmazlığı ortadan kaldırır ve bireyle toplumun birliğini kurar.
Özetle; burjuva ideologlarının ileri sürdüklerinin aksine sosyalizm, bireyin ortadan kaldırılmasına, ihmal edilmesine, boyunduruk altına alınmasına değil, bireysel ile toplumsalın uyumunun sağlanmasına yönelmektedir. Sosyalizm ve komünizm, insan kişiliğinin eksiksiz ve her yönüyle gelişmesini amaç edinmiş bir toplumsal sistemi hedeflemektedir. Amaç, herkesi aynılaştırıp proleterleştirmek değildir, amaç, yaşamı çeşitlendirmek, toplumu zenginleştirmek, bireyi geliştirmek ve proleterce yaşam biçimini ortadan kaldırmak, herkesin dünya nimetlerinde mümkün olduğu kadar en geniş ölçüde yaralanmasını sağlamaktır.
Kapitalizmin doymak bilmez iştahı ile insanı, yaşamı ve doğayı tahrip etmiş, yaşam alanlarını hızla tüketmiştir/tüketmektedir. Önlem alınmazsa ve tahribat da bu hızla devam ederse, dünyanın çok kısa sürede tükeneceğini, bizzat burjuva aydınları söylemektedir. Dünyayı mahfeden insansa, onu yeniden kazanmak yine insanın elinde olacaktır. Kurtuluş insandadır. İnsanın kurtuluşu ise gelişmesinin ilk çıkış noktasına yeniden dönmektir. Ama bu dönüş, çıkış noktasından sonsuz ölçüde yüksek bir kültür ve yaşam seviyesinde olacaktır.
Bu makale, Sosyalist Mezopotamya dergisinin Mayıs 2019, sayı: 5 çıkmıştır.