1-Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na girmek zorunda bırakılmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu koşullar onu I. Dünya Savaşı’na girmek zorunda bırakmıştı. İmparatorluk, savaşın dışında kalıp varlığını sürdürebilir miydi? Avrupa’da oluşan objektif ve sübjektif koşullara baktığımızda bunun imkânsız olduğu kendiliğinden gözükür. Nasıl mı?
Avrupa’da ulusal birliğini en geç tamamlayan ve hızla sanayileşen Almanya, gelişen sanayisine, ucuz hammadde ve pazar bulmak zorundaydı. Oysa ucuz hammadde kaynakları ve dünya pazarları, daha önce sanayi gelişmesini tamamlamış Avrupa’nın emperyalist güçleri tarafından paylaşılmıştı. Gittikçe güçlenen Alman burjuvazisi, böyle bir dünyada kendisine yer açma yarışına girdi ama Doğu’ya doğru--Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğu’na doğru-- genişlemekten başka bir alternatifi de kalmamıştı. Almanya’da onu yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu ile imzaladığı çeşitli ikili anlaşmalar ile “İstanbul-Bağdat Demiryolu” inşaatının imtiyazını elde etmeyi başardı. Demiryolu inşaatı sadece bir yol çalışması değildi. Onun ötesinde ona büyük misyonlar yüklenmişti. Almanya ilk başta, demiryolu boyunca yolun her iki yanından 20’şer km genişlikteki arazide her türlü maden arama ve işletme imtiyazını da ele geçirdi. İkinci aşamada Berlin’den başlayacak ve Basra Körfezi’ne kadar uzanacak kesintisiz demiryolu hattı, Basra Körfezini Alman tehdidine açık hale getirirdi ki, Hindistan’ı elinde bulunduran Britanya için kabul edilebilir bir durum değildi.
Almanya Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece ekonomik çıkarlar elde etmekle yetinmedi, “Osmanlı modernizasyonu”nu, özellikle de ordunun modernizasyonunu da üstlendi. Başta kuzey komşusu Rusya olmak üzere, diğer emperyalist ülkeler Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya çalışırken, çıkarları gereği Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünden yanaydı. Almanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü ve İslam’ın koruyuculuğunu üstlenen bir ülke görüntüsü veriyordu. Bu tavır parçalanma tehlikesiyle yüz yüze olan Osmanlı İmparatorluğu’nda memnuniyetle karşılanmıştı, özellikle orduda Alman hayranlığı gün geçtikçe artıyordu ve bu hayranlık İmparatorluğun sonunu hazırladı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), 23 Ocak 1913 tarihinde “Bâb-ı Âli”ye baskın yapıp bir darbe sonucu iktidar oldu. İTC ilk etapta bir parti teşkilatından çok gizli bir örgüt şeklinde örgütlenmişti. Bütün işlerini yasadışı yollardan gizlilik içinde kendisine bağımlı fedailer aracılığıyla yapıyordu ve bu gizliliğini kendisini feshettiği 1 Kasım 1918 tarihine kadar korudu. Genel olarak yasadışı yollardan gizlilik içinde iş görme alışkanlığı Türk siyasi hayatında bir geleneğe dönüşecekti. Örgüt, katı merkezci disiplin içinde askeri bir modele göre organize olmuştu. Örgütün başında beş kişilik Merkez Komitesi bulunuyordu ve partiyi bu komite yönetiyordu. Bu Komitenin üstünde ise Talat-Enver-Cemal Paşalardan oluşan bir üçlü ekip vardı. Bu üçlü ekibin en tepesinde Enver Paşa bulunuyordu. Enver Paşa eşitler içinde birinciydi.
Enver, idealleri olan hırslı bir askerdi. Alman İmparatorluğuna hayrandı ve “Osmanlı’nın Napolyon”u olmak istiyordu. “Bâb-ı Âli” baskınından Yarbay olan Enver, üst üste rütbeler alarak hızla yükselecekti. Önce Sultan Reşat’ın yeğeni Naciye Sultan ile evlenerek Saray’a damat olacak, ardından Albaylıktan Generalliğe terfi ederek, 33 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun Harbiye Nazırı ve Osmanlı ordularının Başkomutan Vekili olacaktı. Ocak 1914 yılında Harbiye Nazırlığına atanan Enver Paşa ilk iş olarak orduda temizlik hareketine girişti. 1100’e yakın subayı ordudan ihraç ettirip yerlerine liyakat ve yeteneklerine bakılmaksızın İTC’ye yakın kimseleri atayarak orduyu kendisine ve İTC’ye bağımlı hale getirdi. Enver Paşa’nın halk nezdinde de popülaritesi çok yüksektir. O aynı zamanda bir “Hürriyet kahramanı” ve Edirne Fatihidir. Bu popülarite genç Enver’i şımartmaya yetmişti ve basın susturulmuş, muhalif gazeteciler sürgün edilmişlerdi. İmparatorluk’ta artık Enver’in sözü geçmekteydi.
Avrupa’da başlayan savaşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir an önce girmesi için Enver Paşa yanıp tutuşmaktaydı. Almanlarla yapacağı ittifakla Türkçü ideolojilerinin gerçekleşeceğine inanıyordu. 13 Eylül 1914’te toplanan ve daha önce Goeben ve Breslau adlı savaş gemileriyle gelen Alman Amiral Wilheim Souchon’un da yer aldığı savaş heyetinde, Enver, Alman meslektaşına yeni ittifakın emrine 800 bin asker vermeyi vadetmişti. 2 Ağustos 1914 tarihli gizli Türk-Alman antlaşması, sadece Rusya’ya yönelikti. İttihatçıların öncelikli hedefi, Çarlık Rusya’sında yaşayan Müslüman Türk halklarla fiziksel bağlantı kurmak ve Pantürkizm hedefini gerçekleştirmekti. Bu amaçla 16 Ağustos 1914’de Osmanlılara sığınan ve Türklerin satın aldıklarını ilan ettikleri Almanların Goeben ve Breslau adlı savaş gemileri tatbikat için Karadeniz’e açıldı ve 28-29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir oldubittiyle Osmanlı Devleti’ni savaşın içine attılar. Bunun üzerine İtilaf devletleri, (Büyük Britanya ve Fransa) 11 Ocak 1915’te Osmanlıya savaş ilan ettiler.
Enver Paşa’nın acelesi neydi?
Fetih hayallerine kapılan Enver; Savaşın başında Alman Ordusu, Tannenberg’de Rus 2. Ordusu’nu çevirme harekâtı ile imha etmişti (26-30 Ağustos 1914). Savaşı yöneten Alman generalleri Erich Ludendorff ve Paul von Hindenburg, Almanya’da milli kahraman olmuşlardı. Zaferden Enver Paşa, etkilenmiş olmalıydı ki Osmanlı Genelkurmayı’ndaki Almanlar, benzer bir çevirme harekâtını Sarıkamış’ta tekrarlamayı planlamışlardı. Bu operasyonla Batı’da Almanlarla savaşan Rus ordusunun Kafkaslara birlik kaydırmasını sağlayarak Almanların elini rahatlatmayı da hesaplıyorlardı. Bu yüzden, bölgede çok önceden hazırlıklar yapılmıştı. Alman gemilerinin Rus limanlarına saldırmasıyla savaşın gerekçesi de böylece tamamlanmıştı.
Savaşa bu ani giriş Osmanlı ordusunu hazırlıksız yakalamıştı. Ordu gerek teçhizat gerekse iaşe bakımından yetersizdi. En önemlisi de, Erzurum’a ulaşacak yol yoktu. Tren ancak Ankara’ya kadar gidebiliyordu, oradan ötesi Erzurum’a kervanlarla ancak bir ayda ulaşılabiliyordu. Karadeniz limanları ise savaşın başlamasıyla Rusların tazyiki altına girdiği için kullanım dışı kalmıştı. Bu şartlar altında kışın ortasında saldırıya geçmenin bir faciayla sonuçlanacağı aşikârdı. Bunu dile getiren III. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’ya hiddetlenen Enver Paşa: “ Eğer hocam olmasa idiniz sizi idam ettirirdim” dediği söylenir. Sağlık sebepleri gerekçe gösterilerek Paşa görevinden alınır. Yerine Saraydan Behiye Sultan ile evli Albay Hafız Hakkı, Paşalığa terfi edilerek atanır.
Yeni kurmay heyeti, askeriyeye gerekli erzak ve iaşenin ani bir taarruzla Ruslardan ve bölge halklarından elde edileceğini askere telkin eder. Yani askerlere bir zafer anında istedikleri talan ve yağmayı yapmaktan serbest oldukları bildirilir. Hafız Hakkı Paşa günlüklerinde; “tıpkı Napolyon’un aç ve çıplak askerlerine İtalya’yı gösterdiği gibi biz de Kafkasya’ya girmeliyiz” diye not etmiştir. (*1)
Sarıkamış üzerinden kışın ortasında, eksi otuz derecede her türlü donanımdan yoksun orduyla yapılan saldırı tam bir faciayla sona erecek, saldırıya katılan ordunun tamamına yakını düşmana tek mermi sıkmadan soğuktan donarak öleceklerdir. Bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, burada da gerçekler halktan saklanacaktır. Osmanlı halkları acı gerçeği ancak 2 Kasım 1918 gecesi, İttihatçı önderlerin yurtdışına kaçmasıyla, ortalığın rahatlaması, sansürün kalkmasıyla, Sarıkamış’ta savaşan 9. Kolordu 29. Topçu Alayı Kumandanı Binbaşı Osman Sıddık Bey’in (1878-1927) 14 Kasım 1918 tarihli Âti gazetesinde yazmasıyla öğrenecekti.(*2)
1/1-Cihadın ilan edilmesi ve Cihada karşı Hacıbektaş Dergâhı’nın tutumu:
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu koşullar onu I. Dünya Savaşı’na girmek zorunda bırakmıştı. İmparatorluk, savaşın dışında kalıp varlığını sürdürebilir miydi? Avrupa’da oluşan objektif ve sübjektif koşullara baktığımızda bunun imkânsız olduğu kendiliğinden gözükür. Nasıl mı?
Avrupa’da ulusal birliğini en geç tamamlayan ve hızla sanayileşen Almanya, gelişen sanayisine, ucuz hammadde ve pazar bulmak zorundaydı. Oysa ucuz hammadde kaynakları ve dünya pazarları, daha önce sanayi gelişmesini tamamlamış Avrupa’nın emperyalist güçleri tarafından paylaşılmıştı. Gittikçe güçlenen Alman burjuvazisi, böyle bir dünyada kendisine yer açma yarışına girdi ama Doğu’ya doğru--Balkanlar ve Osmanlı İmparatorluğu’na doğru-- genişlemekten başka bir alternatifi de kalmamıştı. Almanya’da onu yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu ile imzaladığı çeşitli ikili anlaşmalar ile “İstanbul-Bağdat Demiryolu” inşaatının imtiyazını elde etmeyi başardı. Demiryolu inşaatı sadece bir yol çalışması değildi. Onun ötesinde ona büyük misyonlar yüklenmişti. Almanya ilk başta, demiryolu boyunca yolun her iki yanından 20’şer km genişlikteki arazide her türlü maden arama ve işletme imtiyazını da ele geçirdi. İkinci aşamada Berlin’den başlayacak ve Basra Körfezi’ne kadar uzanacak kesintisiz demiryolu hattı, Basra Körfezini Alman tehdidine açık hale getirirdi ki, Hindistan’ı elinde bulunduran Britanya için kabul edilebilir bir durum değildi.
Almanya Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece ekonomik çıkarlar elde etmekle yetinmedi, “Osmanlı modernizasyonu”nu, özellikle de ordunun modernizasyonunu da üstlendi. Başta kuzey komşusu Rusya olmak üzere, diğer emperyalist ülkeler Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya çalışırken, çıkarları gereği Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünden yanaydı. Almanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü ve İslam’ın koruyuculuğunu üstlenen bir ülke görüntüsü veriyordu. Bu tavır parçalanma tehlikesiyle yüz yüze olan Osmanlı İmparatorluğu’nda memnuniyetle karşılanmıştı, özellikle orduda Alman hayranlığı gün geçtikçe artıyordu ve bu hayranlık İmparatorluğun sonunu hazırladı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), 23 Ocak 1913 tarihinde “Bâb-ı Âli”ye baskın yapıp bir darbe sonucu iktidar oldu. İTC ilk etapta bir parti teşkilatından çok gizli bir örgüt şeklinde örgütlenmişti. Bütün işlerini yasadışı yollardan gizlilik içinde kendisine bağımlı fedailer aracılığıyla yapıyordu ve bu gizliliğini kendisini feshettiği 1 Kasım 1918 tarihine kadar korudu. Genel olarak yasadışı yollardan gizlilik içinde iş görme alışkanlığı Türk siyasi hayatında bir geleneğe dönüşecekti. Örgüt, katı merkezci disiplin içinde askeri bir modele göre organize olmuştu. Örgütün başında beş kişilik Merkez Komitesi bulunuyordu ve partiyi bu komite yönetiyordu. Bu Komitenin üstünde ise Talat-Enver-Cemal Paşalardan oluşan bir üçlü ekip vardı. Bu üçlü ekibin en tepesinde Enver Paşa bulunuyordu. Enver Paşa eşitler içinde birinciydi.
Enver, idealleri olan hırslı bir askerdi. Alman İmparatorluğuna hayrandı ve “Osmanlı’nın Napolyon”u olmak istiyordu. “Bâb-ı Âli” baskınından Yarbay olan Enver, üst üste rütbeler alarak hızla yükselecekti. Önce Sultan Reşat’ın yeğeni Naciye Sultan ile evlenerek Saray’a damat olacak, ardından Albaylıktan Generalliğe terfi ederek, 33 yaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun Harbiye Nazırı ve Osmanlı ordularının Başkomutan Vekili olacaktı. Ocak 1914 yılında Harbiye Nazırlığına atanan Enver Paşa ilk iş olarak orduda temizlik hareketine girişti. 1100’e yakın subayı ordudan ihraç ettirip yerlerine liyakat ve yeteneklerine bakılmaksızın İTC’ye yakın kimseleri atayarak orduyu kendisine ve İTC’ye bağımlı hale getirdi. Enver Paşa’nın halk nezdinde de popülaritesi çok yüksektir. O aynı zamanda bir “Hürriyet kahramanı” ve Edirne Fatihidir. Bu popülarite genç Enver’i şımartmaya yetmişti ve basın susturulmuş, muhalif gazeteciler sürgün edilmişlerdi. İmparatorluk’ta artık Enver’in sözü geçmekteydi.
Avrupa’da başlayan savaşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir an önce girmesi için Enver Paşa yanıp tutuşmaktaydı. Almanlarla yapacağı ittifakla Türkçü ideolojilerinin gerçekleşeceğine inanıyordu. 13 Eylül 1914’te toplanan ve daha önce Goeben ve Breslau adlı savaş gemileriyle gelen Alman Amiral Wilheim Souchon’un da yer aldığı savaş heyetinde, Enver, Alman meslektaşına yeni ittifakın emrine 800 bin asker vermeyi vadetmişti. 2 Ağustos 1914 tarihli gizli Türk-Alman antlaşması, sadece Rusya’ya yönelikti. İttihatçıların öncelikli hedefi, Çarlık Rusya’sında yaşayan Müslüman Türk halklarla fiziksel bağlantı kurmak ve Pantürkizm hedefini gerçekleştirmekti. Bu amaçla 16 Ağustos 1914’de Osmanlılara sığınan ve Türklerin satın aldıklarını ilan ettikleri Almanların Goeben ve Breslau adlı savaş gemileri tatbikat için Karadeniz’e açıldı ve 28-29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir oldubittiyle Osmanlı Devleti’ni savaşın içine attılar. Bunun üzerine İtilaf devletleri, (Büyük Britanya ve Fransa) 11 Ocak 1915’te Osmanlıya savaş ilan ettiler.
Enver Paşa’nın acelesi neydi?
Fetih hayallerine kapılan Enver; Savaşın başında Alman Ordusu, Tannenberg’de Rus 2. Ordusu’nu çevirme harekâtı ile imha etmişti (26-30 Ağustos 1914). Savaşı yöneten Alman generalleri Erich Ludendorff ve Paul von Hindenburg, Almanya’da milli kahraman olmuşlardı. Zaferden Enver Paşa, etkilenmiş olmalıydı ki Osmanlı Genelkurmayı’ndaki Almanlar, benzer bir çevirme harekâtını Sarıkamış’ta tekrarlamayı planlamışlardı. Bu operasyonla Batı’da Almanlarla savaşan Rus ordusunun Kafkaslara birlik kaydırmasını sağlayarak Almanların elini rahatlatmayı da hesaplıyorlardı. Bu yüzden, bölgede çok önceden hazırlıklar yapılmıştı. Alman gemilerinin Rus limanlarına saldırmasıyla savaşın gerekçesi de böylece tamamlanmıştı.
Savaşa bu ani giriş Osmanlı ordusunu hazırlıksız yakalamıştı. Ordu gerek teçhizat gerekse iaşe bakımından yetersizdi. En önemlisi de, Erzurum’a ulaşacak yol yoktu. Tren ancak Ankara’ya kadar gidebiliyordu, oradan ötesi Erzurum’a kervanlarla ancak bir ayda ulaşılabiliyordu. Karadeniz limanları ise savaşın başlamasıyla Rusların tazyiki altına girdiği için kullanım dışı kalmıştı. Bu şartlar altında kışın ortasında saldırıya geçmenin bir faciayla sonuçlanacağı aşikârdı. Bunu dile getiren III. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’ya hiddetlenen Enver Paşa: “ Eğer hocam olmasa idiniz sizi idam ettirirdim” dediği söylenir. Sağlık sebepleri gerekçe gösterilerek Paşa görevinden alınır. Yerine Saraydan Behiye Sultan ile evli Albay Hafız Hakkı, Paşalığa terfi edilerek atanır.
Yeni kurmay heyeti, askeriyeye gerekli erzak ve iaşenin ani bir taarruzla Ruslardan ve bölge halklarından elde edileceğini askere telkin eder. Yani askerlere bir zafer anında istedikleri talan ve yağmayı yapmaktan serbest oldukları bildirilir. Hafız Hakkı Paşa günlüklerinde; “tıpkı Napolyon’un aç ve çıplak askerlerine İtalya’yı gösterdiği gibi biz de Kafkasya’ya girmeliyiz” diye not etmiştir. (*1)
Sarıkamış üzerinden kışın ortasında, eksi otuz derecede her türlü donanımdan yoksun orduyla yapılan saldırı tam bir faciayla sona erecek, saldırıya katılan ordunun tamamına yakını düşmana tek mermi sıkmadan soğuktan donarak öleceklerdir. Bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, burada da gerçekler halktan saklanacaktır. Osmanlı halkları acı gerçeği ancak 2 Kasım 1918 gecesi, İttihatçı önderlerin yurtdışına kaçmasıyla, ortalığın rahatlaması, sansürün kalkmasıyla, Sarıkamış’ta savaşan 9. Kolordu 29. Topçu Alayı Kumandanı Binbaşı Osman Sıddık Bey’in (1878-1927) 14 Kasım 1918 tarihli Âti gazetesinde yazmasıyla öğrenecekti.(*2)
1/1-Cihadın ilan edilmesi ve Cihada karşı Hacıbektaş Dergâhı’nın tutumu:
Hacı Bektas Dergahı. Die Bektaschijje_Georg Jacob_1909 |
Osmanlı imparatorluğu 2 Ağustos’ta Almanya ile gizli bir ittifak antlaşması imzaladıktan sonra 3 Ağustos’ta seferlik, 13 Kasım’da da cihad ilan eder.
11 Kasım 1914’de Meşihat makamınca bütün Müslümanlara hitaben bir Cihad Fetvası hazırlanır ve 3 gün sonra Fatih Camii avlusunda Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından halka okunur. Soru-cevap şeklinde hazırlanan fetvada beş soru sorulmuş, cevapları Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi vermişti. Eski Şeyhülislam, Fetva Emini ve ulemadan 29 kişi tarafından da imzalanan metin, 13 Kasım 1914’te Padişah iradesiyle yayınlandı. Şeyhülislam da bir beyannameyle yeryüzündeki bütün Müslümanlara farz olan cihadın herhangi bir Hıristiyan devlete değil, yalnız “Hilafet-i İslâmiyeye hücum ve düşmanlıklarını izhar ve ispat edenlere karşı” olduğunu açıkladı. Fetvada cihada dayanak olarak Tevbe suresinin 41. ayeti gösterilmişti.
Seferberliğin ilan edilmesiyle 20-45 yaş arası tüm erkekler askere çağrılmıştı, Cihad ilanı bu seferberliği coşkuya dönüştürdü. Dini duyguları kabaran halk cihada katılmak için askeri şubelere başvurarak kuyruklar oluşturdu. Fakat kısa süre sonra kazın ayağının böyle olmadığı anlaşılınca, halk arasında hayal kırıklığı yaşanmaya başlandı. Askere çağrılan acemi askerlerin gerekli teçhizat, erzak, yiyecek, giyecek sağlanmadan, soğuk kış günlerinde fiziki koşulların uygun olmayan ortamlarda toplatılması, açlık ve hastalıklara yol açtı. İlk başlarda güle oynaya askere koşan acemi erler, içinde bulundukları sağlıksız koşullara daha fazla tahammül edemeyenler bulundukları yerlerden firar etmeye başlarlar. Böylece firarlar, savaştan önce başlar ve savaş boyunca da devam eder. Ayrıca üretici nüfusu oluşturan 20-45 arası erkeklerin askere alınması, ülkede üretimin durmasına neden olur ki bu da gelecek yıllar içinde halkın kıtlıkla karşılaşması demektir.
Cihad ilanı her ne kadar tüm Hıristiyan ülkeleri kapsamadığı sadece “Hilafet-i İslâmiyeye hücum ve düşmanlıklarını izhar ve ispat edenlere karşı” olduğunu açıklansa da, o güne kadar hiçbir Hıristiyan ülkesi Osmanlı İmparatorluğu’na saldırmamıştı; dolayısıyla Cihad, vatan topraklarını savunmak için değil, saldırı amacıyla ilan edilmişti. Ve tüm İslam âleminin dost olmayan Hıristiyan ülkelerine karşı savaşılması isteniyordu. Böylece Cihad, XX. yüzyılın başlarında yeni bir din savaşına dönüştürüldü. Konumuzu ilgilendiren ise, din, dil, ırk ayırımı yapmadan bütün insanları eşit ve kardeş sayan bir inancın Serçeşmesi olan Hacıbektaş Dergâhı’nın, Cihad’a karşı alacağı tavırdır.
Hacıbektaş Dergâhı ile İTC arasındaki ilişkilerin tarihi çok eskilere, Genç Osmanlılara dayanmaktadır. Cemiyet üyelerinin Abdülhamid’in hafiyelerinden korunmak için zaman zaman dergâha sığındıkları, bilinmektedir. Bu ilişki İTC’nin iktidarı dönemi boyunca devam etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun 3 Ağustos’ta ilan ettiği seferberlik ile 13 Kasım’da ilan ettiği Cihad, inanışın temel ilkelerine ters düşmesine rağmen, tereddütsüz desteklemiş ve destekleyen bildiriler yayınlamıştır. Bu bildirilerden bir tanesi de Sıdkı Baba’nın “Gönüllü Mücahidin Alayı”nda büyük hizmetleri dokunduğuna dair Hacıbektaş Postnişini Çelebi Cemaleddin Efendi tarafından 7 Mayıs 332-1916 tarihinde kendisine verilen takdirnamedir. Takdirnamede: “İslâm dîni ve soyu temiz Osmanlının Allah korusun yok edilmesi için hücum eden düşmanlara karşı kutlu hilafeti koruyan Padişahımızca ilân olunan cihad-ı farza katılmak için tarafımızdan muhibban ve müntesiban-ı tarikat-ı Aliye-yi Bektaşîye’den ve sadık taraftarlarımızdan Gönüllü Mücahidîn kurulmasına başlanılarak alayımız için verilen sancak-ı şerif ile yeterli derecede adamlarımızdan gönderilmesi, bu yolda gönüllü insanlar toplanmasına başlanmıştır. İşte bu toplanmada son derece gayret ve ilerleme göstererek, gönüllü insanlar gönderilmesinde ve diğer konularda sadakat göstermiş olan Harız köyünden Tahsin bin Tarsuslu Sıdkı Efendi’nin bu yoldaki hizmetleri cümlemizce beğenilmiş, vatanına, tarikatına, koşulsuz hizmette bulunarak herkesin beğenisini kazanmış olmakla bu takdirname yazıyla kendisine vesika olarak verilmiştir.” (*3)
1/2-Alevilerden Mücahidin Alayları kurmak ve Cemaleddin Çelebi’nin Dersim seyahati:
Sarıkamış saldırısının facia ile bitmesi, ordunun moralini bozmasına ve dağılmasına neden oldu. Alınan sert önlemlere rağmen firarilerin önü bir türlü alınamıyordu. III. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa günlüklerinde: “ firariler silahlarını atıyor. Şimdiye kadar böyle bir şey yok idi” diye yazar. Ordu firarileri durdurmak için idamlara başvurur; Hafız Hakkı Paşa 16 Ocak 1915’te, Yusuf İzzet’e gönderdiği telgrafta; “Kaçakları bilâinsaf idam ediniz ve her gün ne kadar idam ettiğinizi bildiriniz” der.(*4) Firariler nedeniyle ordunun mevcudiyetinin azalması, Rus ordusunun işini kolaylaştırırken, vatan toprakları da işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.
Bektasi Mezarlari_Die Bektaschijje_Georg Jacob_1909 |
Rus ilerlemesini durdurmak için Osmanlı hükümeti geniş tedbirler almaya çalışır. Bunlardan bir tanesi de, devletin o güne kadar kuşkuyla yaklaştığı Alevi toplumundan yararlanma çabalarıdır. Bunun için de Hacı Bektaş Dergâhı’nın manevi gücüne başvurur. Dergâh, yukarıda görüldüğü gibi, Alevi değerlerinden ziyade İslami değerleri öne çıkaran Cihad’a iştirak etmişti. Cemaleddin Çelebi, Kafkas Cephesinde hızla ilerleyen Rusları durdurmak için milislerden Mücahidin-i Bektaşiyye Alayı’nı kuracak ve asker toplamak için de Sıtkı Baba’yı görevlendirecektir.
Cemaleddin Çelebi’nin Kafkas Cephesine ne kadarlık milis güçle katıldığı net değildir. Sadece kardeşi Hacı Bektaş Dergâhı’nın son Şeyhi Veliyyeddin Çelebi (ö. 1940) 1922 yılında TBMM’ni ziyareti sırasında yayınladığı demecinde: “biraderim merhum Çelebi Cemaleddin Efendi’nin 1331 (1915) senesinde yedi bin mütecâviz efrâddan mürekkep Mücahidin-i Bektaşiyye nâmı altında teşkil etmiş olduğu bir alay ile Harb-ı Umûmiye iştirak ve vazife-i Mukaddese-i vataniyyesini ifa eylediği herkesin malumudur” demiştir. (*5)
Veliyyeddin Çelebi’nin aktardığına göre Cemaleddin Çelebi Dersim’e kadar giderek Alevilerin yaşadıkları yerleri dolaşarak onları alaya katılmaya teşvik etmiştir. Hülya Küçük’ün, İzzettin Ulusoy’la yaptığı mülakata göre, bu çağrı o kadar etkili olmuştur ki, alay Kafkas Cephesi’ne giderken, erkek kılığına girmiş birçok kadında sözü geçen alaya iştirak etmiştir.
Anlatılanların pek çoğunun abartılı olduğu kanısındayız. Alaya kaç kişinin katıldığı bilinmemekle beraber, Mücahidin-i Bektaşiyye Alayı’na Orta Anadolu’nun Türk Alevilerinin dışında Kızılbaş Kürtlerden, Tercan-Erzincan hattına yerleşik Balaban aşiretinden başka katılan olmamıştır. Bu aşirette Ermenilerle olan tarihsel husumetinden dolayı, Ermeni tehcirinde İttihatçılarla birlikte hareket etmiş ve Ermeni katliamında bizzat yer almıştır. İttihatçıların suç ortağı olan aşiret, onlarla kopmaz bağlarla bağlanmak zorunda kalmış veya bırakılmıştır.
Osmanlı hükümeti asker temin etmekte güçlük çektikçe, Dersim’in Kızılbaş Kürtlerinin önemi daha da artar. Fakat Dersimliler savaşa pek sıcak bakmıyorlar, buna rağmen hükümetin baskısı her geçen gün artmaktadır. 1915 yılının yaz aylarında Ruslar büyük kuvvetlerle Erzurum cephesinden taarruza geçince, Enver Paşa, kendisi de bir Alevi olan Elazığ Valisi Sağıroğlu Sabit Bey aracılığıyla, Dersim aşiret reislerini Elazığ’da görüşmeye davet eder. Davete Dersim aşiret reisleri pek icabet etmezler. Sadece Batı Dersim aşiret reislerinden Kango oğlu Mehmet ile Zeyno oğlu Meço katılırlar. Toplantıya bu iki aşiret reisinin yanı sıra, Başkomutan Vekili Enver Paşa ile Sadrazam Talat Paşa’da katılır. Toplantıda Dersimlilerden büyük bir kuvvet teşkilatlandırarak harbe iştirak etmeleri istenir ve bu istek karşısında Kongo oğlu Mehmet: “Paşam, Dersimliler Alevidirler, Hacıbektaş evlatlarından Çelebi Cemaleddin Efendi’ye hürmetleri vardır, şu halde, emir buyurupta mumailehi cihada sevk ederseniz bütün Dersimliler onunla harbe iştirak ederler ve biz dahi mahcup olmayız, hem de paşalarımız memnun kalmış olurlar. Harp için biz kendi aşiretlerimize söz anlatamayacağımız gibi, diğer Dersim aşiretlerine ve hususu ile Seit Rıza’ya hiç sözümüz geçmez. Yalnız şahsen bize emir buyuruyorsanız, iradenizi yerine getirmeye hazırız” demiştir.(*6)
İç Anadolu Alevilerinden oluşturulan “Gönüllü Mücahidin Alayı” Sivas’ta konaklar. Enver Paşa cepheye giderken alayı denetler ve takdirlerini bildirir. Fakat bu yeterli değildir, Çelebi Efendi’den Dersim’in Kızılbaş Kürtleri üzerinde de Dergâhın manevi gücünü kullanarak onlardan da mücahidin Alayları oluşturmasını ister. Bu emir üzerine yola çıkan Cemaleddin Çelebi, Kırşehir üzerinden Sivas’a gelir, amacı, ilk önce Koçgiri Kürt aşiretlerini örgütlemektir. Fakat Koçgiri aşiretleri önce Dersim aşiretlerinin ikna edilmesi gerektiğini, onlarla birlikte hareket edeceklerini Çelebi Efendi’ye bildirirler. Bunun üzerine Cemaleddin Çelebi, mahiyetine aldığı ve aynı zamanda Mürşitlik makamına da sahip olan Ağuçan Ocağı’nda Seyit Aziz ile birlikte Dersimlileri ikna etmek için Erzincan’a geçer.
O sıralar yedek subay olan Nuri Dersimi’yi ordu, Cemaleddin Çelebi’nin müşaviri olarak tayin eder. Çelebi Efendi Erzincan’da siyasi toplantılar düzenlerken, beraberinde getirdiği Seyyit Aziz ise, Kızılbaşlar ile Bektaşiler arasında uzun zamandan beri tartışmalı olan “Tarık” ile “Pençe-i al Aba”yı yeniden gündeme taşır ve Kızılbaşların “Tarık”ı bırakıp, “Pençe-i al Aba” dönmeleri için Kızılbaş köyleri arasında propaganda çalışmalarına girişir. Bu çalışma Dersimliler arasında huzursuzluk yaratır.
Tarık ile Pençe tartışması kısa sürede gezinin gerçek amacının önüne geçer. Dersimliler, Seyit Aziz’in geri gönderilmesini, kendisinin de sadece bu konuyu tartışmak içinse, Dersim’e gelmemesini rica ederler.
Çelebi Efendi, Dersimli aşiretleri ikna edemeyince kendi alayları eşliğinde cepheye hareket eder. 14 Şubat 1916’da Erzurum düşer ve Çelebi Efendi perişan bir halde 15 Şubat 1916’da Erzincan’a, oradan da Sivas’a döner. Dönerken de, Dersimlilerin savaşa katılmadıklarından dolayı kendilerine kırgın olmadığını bildirir.
40 kişilik zabitan ve asker maiyetiyle Sivas’a çekilen Cemaleddin Çelebi’ye, ikinci bir emre kadar orada kalması emredilir.
Üst üste ağır yenilgiler alan Osmanlı Ordusu, hızla Sivas’a doğru geri çekilmektedir. Çekilen ordudan, silah ve cephane temin etmek için yer yer Dersimli aşiretlerin saldırısına uğramaktadır. III. Ordu Komutanlığına yeni atanan Vehip Paşa, Dersim aşiretlerinin bu saldırılarını durdurması için Nuri Dersimi’yi, aşiretler nezdinden girişimde bulunmakla görevlendirir. Dersimi’ye: “Dersimlilerin yardımından vazgeçtim, hiç olmazsa bize dokunmasınlar” demesiyle, olayını vahametini gözler önüne serer. Bu saldırıların durdurulması ve Rus işgaline karşı direnişin yeniden örgütlenmesi için Enver Paşa’nın, Dersimlilerin nezdinden yeni bir girişimde bulunmasını Cemaleddin Çelebi’den isteyip istemediği açık değil, sadece Enver Paşa’nın 13 (26) Eylül 1332 (1916) tarihinde Kırşehir’e gittiğini biliyoruz. (*7) Kırşehir’den Sivas’a geçen Enver Paşa, Çelebi Efendi’yle görüşür ve bu görüşmeden sonra Çelebi Efendi’nin Hacıbektaş’a dönmesine izin verilir. Giderek sağlığı bozulan Çelebi Efendi’nin bunca süre içinde Sivas’ta neden tutulduğu ise belli değildir.
2/-Kurtuluş Savaşı’nda Hacı Bektaş Dergâhının Duruşu:
Türk Kurtuluş Savaşı’nı iyi analiz etmek gerekir; öyle pek çoğunun yazdığı gibi “Yedi Düvele” karşı verilmiş antiemperyalist bir savaş olmadığı aşikârdır. Tarihsel koşullar nedeniyle hem Bolşeviklerden hem de emperyalist İngiltere’den yardım almıştır.
Türk Kurtuluş Savaşı esas olarak İTC’nin başlattığı ama yarım bıraktığı Anadolu’yu Hıristiyan unsurlardan arındırma projesini tamamlayan bir savaştır. Kemalistler, İTC hareketinden farklı olarak Osmanlı hanedanlığına son vermişler, onun bürokratik yapısını yıkmışlardır. Böylece 1913 yılından itibaren Anadolu’da Türklerden “mürekkep bir ulus-devlet” inşa etme girişimini başarıyla tamamlamışlardır. Bu süreç içerisinde İzmir’e çıkartılan, önceleri pohpohlanan ve ardından yüzüstü bırakılan Yunanlılar bir piyon olmaktan öteye geçememiştir. Özetle, “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” dış güçlerden çok iç unsurlara (Hıristiyanlara) karşı verilen bir savaştır. Peki, bu savaşta Hacı Bektaş Dergâhı’nın duruşu nedir?
Daha önce İTC hareketi ile sıkı ilişkiler içerisinde olan Dergâh aynı ilişkiyi “Kurtuluş Savaşı” sürecinde Kemalistlerle sürdürmüştü. “Enver Paşa hayranlığı”nın yerini “M. Kemal Paşa hayranlığı” alır.
M. Kemal 28 Aralık 1919 tarihinde Sivas’tan Ankara’ya gelmeden önce Hacıbektaş Dergâhını ziyaret edecek ve kendisi burada en üst düzeyde ağırlanacaktır. Konuya ilişkin belgede göze çarpan bir ayrıntı şöyledir: “….Heyetin Hacı Bektaş köyünde Çelebi Cemaleddin Efendi tarafından misafir edildiği, dergâhın Dedeleri tarafından kendilerine ziyafet verildiği, Bektaşi tarikatı ileri gelenleriyle Alevilerin Kuvayı Milliye’ye girdikleri ve yine Kırşehir’de şiddetli yağmur yağmasına rağmen, pek büyük bir merasim yapıldığı” yazmaktadır. (*8)
Bu ziyaretin, Aleviler arasında ki etkisi büyük olur. Dede ve Pirlerin de etkisiyle kimisi M. Kemal’i bir “kurtarıcı” olarak görürken, kimisi de onu “Ali ile özdeşleştirir”. Günümüzde Cemevlerinde ve Alevi evlerinde Hz. Ali’nin resmi ile M. Kemal’in resimlerinin duvarlarda yan yana asılı durmasının kökeni bu ziyarete dayanır. Fakat ilişki burada bitmez, 16 Mart 1920 tarihinde müttefik güçler İstanbul’u işgal edip Mebusan Meclisi’ni dağıtınca, Ankara’da yeni bir meclisin açılmasına karar verilir. Hemen seçimler yapılır. Cemaleddin Çelebi’de Kırşehir’de mebus seçilir ve hizmetlerinden dolayı meclisin başkanvekilliğine seçilir. Bu önemli bir makamdır ve başkanlığını M. Kemal yürütür. Yalnız, bazı kaynaklar Çelebi Efendi’nin rahatsızlığından dolayı izinli sayıldığı ve Meclis’in hiçbir oturumuna katılmadığını da aktarmaktadırlar.
Cemaleddin Çelebi Efendi Meclis oturumlarına katılmazsa da, Mustafa Kemal’i ve Meclis’i desteklemiş, aralarında önemli yazışmalar olmuştur. Dergâh ayrıca, M. Kemal’e “Hazreti Pir’in keramet eserlerinden beş okkalı bir adet yazı takımıyla bir adet kâğıt taşı” gönderir. Kendisinden görevden alınan Evkaf memurunun görevine iade edilmesi ve dergâha ait aşarına müdahale edilmemesi ricasında bulunur. M. Kemal’in de; “Efendim Hazretleri” ile başlayan cevabi mektupların da bu istekler karşılanmaktadır.
İlk yazışma 5 Temmuz 1920 tarihli olup Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri Dergâh-ı Şerifi Postnişin ve Türbedarı Salih Niyazi Baba tarafından M. Kemal’e gönderilmiştir. Mektupta yazılanlar şöyledir: “… Ben duacınızın arzıdır: Beş vakitte toplanılan Hazreti Pirin nurlu makamında bütün babalar, dervişler ve buraya bağlı kişiler ile milli emelleri birleştirmek, mukaddes vatanımızın düşmandan sonsuza kadar kurtarılması, yükselmesi ve ilerlemesi uğrunda geceli gündüzlü cansiperane çalışan, saygıdeğer olağanüstü Milli Meclisi her işinde hayırla başarılı kılsın. Davetlerinize katılarak, aydınlık huzura (kavuşulmuş) ve yüce makamınızda birlik sağlanmıştır. Yüce yaratan gösterişsiz dualarımızı dergâhında kabul etsin âmin. Saygıdeğer heyete hürmetlerimizin arzını bildirmeğe lütfen delalet buyrulması niyazımdır. Bir hatıra ve yadigâr olmak üzere Hazreti Pir Efendimizin keramet eserlerinden beş okkalı bir adet yazı takımıyla bir adet kâğıt taşı Mürteza kullarıyla gönderilmiştir. Lütfen kabulüyle, şiddetle muhtaç olduğum teveccühünüzün, dünya derecelerinden (daha üstün) en hakiki isteğimizin şerefle kabul edilerek dergâh-ı şerifin korunması hususunu, rica ve niyaz ederim muhterem Paşa Efendimiz hazretleri.”(*9)
M. Kemal, 12 Temmuz 1920 tarihinde Salih Niyazi Baba’ya gönderdiği cevabi mektubunda ise şunları belirtmektedir:
“… Efendim Hazretleri:
Mürteza Efendi ile lütfen gönderilen mektubunuzu hediyenizi memnuniyetle aldım. Samimi ve vatanperverane olan samimi yol gösterici hislerinize teşekkür ederim. Yüce duanızın bereketleriyle Milli bağımsızlığın korunması ve vatanın tamamen kurtarılmasında başarılı olacağımız hakkındaki güçlü kanaatimiz baki ve devam etmektedir. Samimi hislerimin kabulünü rica ederim efendim…”(*10)
Aynı tarihte Cemaleddin Çelebi’ye gönderilen mektupta ise ifade ettikleri şöyledir:
“… Efendim Hazretleri:
Lütfen gönderilen mektubunuzu büyük memnuniyetle aldım. Öteden beri çok çok yapılan vatanla ilgili çalışmalarınızdan haberdarım. Yaptığınız çalışmalarda başarılı olmanızı temenni ederim. Yüce dualarınız bereketiyle milli bağımsızlığımızın korunması ve vatanımızın tamamen kurtarılmasında başarılı olacağımız hakkındaki güçlü kanaatimiz bakidir. Yol gösterici isteğinizde belirttiğiniz şekilde Hasan Efendi mevcut Evkaf Memurluğuna iade ettirilmiştir. Elçilik Çiftliği aşarına müdahale edilmemesi için ilgili kişilere bilgi verilecektir. Samimi hislerimin kabulünü ve hayır duanızı esirgememenizi rica ederim efendim…”(*11)
2/1-Orta ve Doğu Karadeniz’in Rumlardan arındırılması:
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla, Birinci Dünya Savaşı resmen sona erdi, ama Anadolu’da özellikle de Orta ve Doğu Karadeniz’de Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki husumet sona ermediği gibi çarpışmalar giderek de şiddetleniyordu. Her iki taraf da kurdukları çeteler aracılığıyla, sabotajlar düzenleniyor, köyler basılıyor, sivil masum insanlar hunharca katlediliyordu. Bölgenin durumunu incelemek için Ordu Müfettişi olarak bölgeye gönderilen M. Kemal, Samsun’a çıkar çıkmaz, bölgeyi Pontoslu Rumlardan temizle kararlığındaydı. Havzaya vardığında bölgenin namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa ile bir görüşme yapar ve meselenin hallini Osman Ağa’ya bırakır. Topal Osman’da: “Siz hiç merak etmeyin paşam. Bu Pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” demişti. Topal Osman, o tarihlerde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen M. Kemal’in ricası ile Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır ve Topal Osman, Trabzon Valisi’nin, Giresun Mutasarrıfı gibi yerel yöneticilerin itirazına rağmen Trabzon havalisini Pontoslu Rumlardan temizleme işine başlar. Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti.
Bölgede ne kadar Rum’un katledildiği kesin bilinmiyor. Ancak bazı gayri tarih araştırmaları ve tarafsız kaynaklar ve hatta Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerinin arşivleri “350 binden fazla Pontoslu Rum’un katledildiğini” yazar. Katledilen bu insanların büyük çoğunluğunun ise 19 Mayıs 1919’dan sonra katledildiklerini ileri süren iddialar var. Örneğin Pontos üstünde çalışmaları ile tanınan Tamer Çilingir; “ 1918 yılına kadar katledilen 150 bin Rum’un ardından 1919-1923 tarihleri arasında 200 bin Rum’un katledildiğini, toplam katledilen Rumların sayısının ise 353 bin olduğunu” yazar. (*12)
12 Haziran 1921 tarihinde 15-50 yaş arası Rumların iç bölgelere nakli ile başlayan tehcir olayı Lozan’da anlaşmayla varılan mübadele olayı ile son bulacaktır. M. Kemal II. Meclis’in açılış konuşmasında “Karadeniz’in en güzel ve sahillerinde kurulmak istenen bir Pontos hükümeti, taraftarı ile bertaraf edilmiştir” diyerek son noktayı koyacaktır.
2/2-Orta-Anadolu Alevilerinin Pontos ve Ermeni ilişkileri:
Yüzyılın başlarında Karadeniz Bölgesi’ne komşu Orta Anadolu bölgesinde nüfusun çoğunluğu Alevi Türkmen ve Kürtlerden oluşuyordu. Bölgede hatırı sayılır bir Hıristiyan nüfus da vardı. Bölgenin Alevi halkı ile Hıristiyan halklarının ilişkileri ise oldukça dostaneydi. Bu ise devleti ürkütmekteydi ve bölgeden İstanbul’a gönderilen raporlar bunu kanıtlamaktadır.
11 Kasım 1895’te Amasya Mutasarrıfı Bekir Sıtkı Bey, İstanbul’a Sivas civarındaki Alevi-Kızılbaş cemaatinin inançları ve faaliyetleriyle ilgili ayrıntılı bir rapor yazar. Resmi Sünni inancı tarafından bu heterodoks mezhebe karşı genel olarak kabul edilen, onların “Müslüman gibi davranan ama aslında İslam birliğinin dışında olan cahil sapkınlar” olduğu yönündeki tüm önyargıları yansıtan bir rapordur. Bu insanların derhal “inançlarının düzeltilmesi” ne (tashih-i akaitleri) ihtiyaçları vardır. Ancak suçları Ermenilerle iyi ilişkilere sahip olmaları gerçeği nedeniyle artmıştır. Raporda şunlar yazılıdır:
“[Bu nedenle] tüm ticari ilişkilerini gerçekleştirdikleri Ermenilerle yakın ilişkileri vardır. Alışkanlıkları ve kültürleri, onları sürekli entrikalarına ortak etmeye çalışan Ermeniler tarafından çok iyi bilinir. Ermeniler kendi adlarına, Kızılbaşların da onlarla müttefik olduğunu ve zamanı geldiğinde Müslüman halkı yenilgiye uğratmak için onlarla birleşeceklerine inanmışlardır. Bu nedenle, Kızılbaşların Müslümanlara olan nefretini daha da artırmak için söylentiler çıkarmaktadırlar….Bu insanların aşırı cehaleti hesaba katıldığında, Ermenilerin boş hayallerinin içine çekilebilmeleri mümkündür. Ermeni sorununun ciddiyetini vurgulamaya gerek olmasa da, ismen Müslüman ama gerçekte kâfir olan böyle bir topluluğun onlara katılmasının sınırsız tehlikeler yaratacağı açıktır.”
Mutasarrıf çözüm olarak, Kızılbaş dini önderlerinin tutuklanmasını ve köylerinde çocuklara gerçek dinin (yani Sünni Hanefi mezhebinin) öğretileceği okullar açılmasını önerir.(*13)
Devlet sadece halklar arasındaki dostluk ilişkilerinden ürkmüyordu Bölgede dağa çıkan ve birçoğu Alevi kökenli olduğu sanılan çetelerin davranışlarından da ürküyordu. Ve bu çeteleri Hıristiyan unsurlara karşı kışkırtmak için elinden gelen her çabayı göstermekten kaçınmıyordu, fakat, yine de başarılı olduğu söylenemez. Çünkü bölgede ki Aleviler ile Hıristiyanlar arasında derin tarihi bağlar mevcuttu ve halklar birbirine bağlıydı. Çetelerin de bundan ayrı düşünmesi elbette beklenilmezdi.
2/3-Mucur Askerlik Şb. Başkanı Sadık Vicdani’nin ikili oynaması ve başına gelenler;
Pontos sorununu kökünden çözmek için 9 Aralık 1920 tarihinde Amasya-Sivas bölgelerinde faaliyet yürütecek “Merkez Ordusu” adı verilen yeni bir ordu kurulur. Bu ordunun başına da geniş yetkilerle donatılmış Sakalı Nurettin Paşa getirilir. Askeri dilde buna “Seferberlikte ordu komutanı salahiyetlidir” denilir. Anlamı, yetkilerinin sınırsızlığını ifade eder. Buna göre ordu komutanı, yetki alanındaki bölgenin hem idari hem de yargı yetkisine sahiptir. Başka bir ifadeyle meclisin tasarrufunda bulunan pek çok yetki, ordu komutanına devri söz konusudur. Sakalı Nurettin Paşa, bu sınırsız yetkilerini hem Pontoslu Rumlara karşı hem de Koçgirili Kızılbaş Kürtlere karşı, mahiyetindeki çeteler ile birlikte sorumsuzca kullanmıştır. 22 Kasım 1921’de I. Meclis tarafından sadece Koçgiri katliamlarından dolayı kendisini sorguya alsa da, M. Kemal’in ısrarı üzerine ceza almaktan kurtulur. Bu olayların olduğu sırada Mucur Askerlik Şubesi Başkanlığı’nı 1920’lerin ortalarına kadar Sadık Vicdani yürütür.
Sadık Vicdani Alevi kökenli olmasından dolayı kendisinden, bölgedeki Alevi toplumu arasında manevi etkisi yüksek olan Hacıbektaş Postnişini Cemaleddin Çelebi’yi harekete geçirmesini istenmektedir. Bununla ilgili, Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan “Türk İstiklal Harbi” adlı eserde yazılanlar şöyledir:
“… Aynı tarihte Mustafa Kemal Paşa da, Yıldızeli ve Zile’de bulunan Alevileri uyarmak ve olumlu fikirler aşılamak için Bektaşi Postnişini Çelebi Efendinin harekete geçirilmesini Mucur Askerlik Şube Başkanına emretti. Büyük Millet Meclisi üyesi olan Bektaşi Şeyhi Çelebi Efendi, Mucur’da bulunuyordu. Askerlik Şube Başkanı keyfiyeti kendisine bildirince Şeyh Dede hastalığını ileri sürerek böyle bir yardıma yanaşmadı…” (*14)
Alıntıdan da anlaşılıyor ki, bölgenin Pontoslu Rumlardan tamamen temizlenmesi için yerli halkın desteği gerekmektedir. Halkın desteği olmazsa Nurettin Paşa’nın başarılı olma şansı zor görünmektedir. Yerli halkın çoğunluğu ise Alevidir. Alevilerin ise Pontoslularla olan ilişkileri daha önce anlatıldığı gibi tarihi ve oldukça dostçadır ve gelen istihbarat raporlarında bütün çabalara rağmen bu dostluğun devam ettiğini bildirilmektedir. Konu hakkında Salih Cenik; “Milli Mücadele Döneminde Erbaa” başlıklı makalesinde şu bilgiyi aktarır:
“… Yine Merzifon Kolej Müdürü M. White, Pontus emellerine ulaşmak için Anadolu’daki Alevi vatandaşları kışkırtmaya çalışmıştır. Ona göre Aleviler serbest bırakıldıkları takdirde Hıristiyanlara katılabilirlerdi… Aralık 1919 sonlarıyla Ocak 1920 başlarında Tokat ve Erbaa bölgelerinde yaşayan Alevi vatandaşlardan bazılarının özel amaçlı kişi ve kuruluşların kışkırtmasıyla, Rum soyguncularıyla işbirliği yaptıkları onlara maddi, manevi yardımlarda bulunduklarının öğrenilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, 2 Ocak 1920’de Mucur Askerlik Şubesi Başkanlığı’na durumu bildirmiş, Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi’nin gerekli uyarma ve müdahalelerde bulunmalarının sağlanmasını istemiştir. (*15)
Görüldüğü gibi Kemalistler, Orta-Anadolu bölgesinde oturan Alevi toplumunun Pontoslu Rumlarla kurdukları dostluk ilişkilerinden oldukça kaygılıdırlar. Onlara göre bu dostluğu tek bir kişi bozabilir, O da Hacıbektaş Postnişini Cemaleddin Çelebi Efendi’dir. Çelebi Efendi ise, Birinci Dünya Harbi esnasında Alevilerden oluşturulmaya çalışılan “Gönüllü Mücahitleri Alayı” olayındaki başarısızlıklarından dolayı oldukça yıpranmış ve çok pişmandır. Pişmanlığını Nuri Dersimi’ye söylediği, “Dersimlilere selam söyleyiniz, harbe iştirak etmediklerinden ve gelmediklerinden memnun kaldım, bu sözümü gizli tutunuz ve reislerden yalınız en emin olanlara söyleyiniz” sözlerinden anlıyoruz. Kaldı ki Pontoslu Rumlar Hıristiyan olmalarına rağmen içlerinde önemli oranda Dergâha talip olanlar var. Bu nedenle, Cemaleddin Çeleni Efendi TBMM’ne üye olmasına rağmen hastalığını bahane göstererek Pontos Rum kırımına karışmak istememektedir. Fakat Kemalistler ısrarla Çelebi Efendi’den halkı kazanacak bir beyannamenin yayınlanması için Mucur Askerlik Şube Başkanı Sadık Vicdani nezdinde girişimlerine devam etmektedirler. İlginç gelen ise M. Kemal ile sürekli yazışma içinde olan Cemaleddin Çelebi’ye neden doğrudan doğruya bir talimat verilmiyor da Mucur Askerlik Şube Başkanı Sadık Vicdani devreye sokuluyor. Acaba Pontos olayında Dergâh ile M. Kemal arasında bir uyuşmazlık mı vardı? Çelebi Efendi’nin baskıya ne kadar direndiğini bilemiyoruz, fakat, aşağıdaki beyannameyi yayınlatmak zorunda kalır veya buna mecbur bırakılır:
“… Yüksek tarikatımız mensuplarından bazılarının vatan haini Rumlarla ve Rum eşkıya ile işbirliği yaparak, milli birliğimiz aleyhinde propaganda yaptıkları ve maddi yardımda bulunduklarını üzülerek öğrendim. Kutsal yurdumuzu düşmanın kirli ayakları altında ezdirmemek, atalarımızın yüce ruhlarını incitmemek hepimizin ödevidir. Bütün tarikat mensuplarına gerekli öğütlerde bulunarak, elbirliği ile hükümetimizin güç ve yüceliğinin artırılmasına ve O’nun emirlerinin yerine getirilmesine önem verilmesi borcumuzdur. Vatanın karşılaştığı tehlike göz önünde tutularak, iç ve dış düşmanların hain düşüncelerine kapılmamalarını hepinizden ister, sizi Ulu Tanrı’nın birliğine emanet ederim.(*16)
Cemaleddin Çelebi’den bu genelgeyi alan Sadık Vicdani, genelgeyi hemen M. Kemal’e şifreleyerek gönderir. Genelgenin etkili olabilmesi için de genelgenin bir örneğini yörenin etkin şahsiyetleri olan Tokat’ta dava vekili Ali Rıza ve Latifzâde Osman Beylere, Zile’de Hayri Efendi’ye, Çorum’da Sadık ve Karkınzâde Garip Beylere gönderir.
Bildiriye halkın nasıl bir tepki gösterdiğini bilmiyoruz. Fakat, Sadık Vicdani’nin bundan kendine pay çıkardığı belli. Sadık Vicdani, “yörede anarşinin genişleyip asayiş sağlanmadığı takdirde Çelebi Efendi’nin yahut oğlunun gözetiminde bir süvari grubuyla olaylara müdahale edileceğini, hatta İzmir veya diğer bölgelerde kullanmak üzere Çelebi’nin üç dört bin muharip güç vermeyi vaat ettiğini” Mustafa Kemal’e bildirir. Bu bildiri üzerine Mustafa Kemal, Mucur Askerlik Şubesi Başkanı Sadık Vicdani’ye 19 Ocak 1920’de aşağıdaki şifreyle şu karşılığı verir:
“Çelebi Efendi Hazretlerinin milletin ve yurdun korunması, dirlik ve düzenliği hakkındaki duygularıyla vatansever girişimlerine büyük teşekkür eder, İzmir Cephesi için hazırlandığı bildirilen kuvvetin kullanılması hakkında, gereğinde maruzatta bulunulacağının kendilerine duyurulmasını rica ederim.(*17)
Cemaleddin Çelebi’nin yukarıda ki bildirgeyi hangi koşullar altında yayınlattığını bilmiyoruz. Bir yandan hümanist bir inancın temsilcisi olarak talipleriyle ters düşmemek var, diğer yandan Kemalistlerin baskısı. Fakat her şart altında Mucur Askerlik Şube Başkanı Sadık Vicdani’nin dürüst davranmadığını, ikili oynadığını, M. Kemal’e gönderdiği şifreli telgraflardan çıkarmak mümkün. Sadık Vicdani’nin ikili oynadığına dair, M. Kemal’in bilgilendirildiğini biliniyor.
Cemaleddin Çelebi, TBMM Reisi Mustafa Kemal’e 16 Haziran 1920’de şu yazıyı gönderir:
“… (Belgenin baş tarafı okunamamıştır.) Kaç ay önce Mucur Şube Başkanı Sadık Vicdani Bey zatınızdan aldığı emirleri, sözlü olarak anlayanların Tokat ve civarına Karaşar taraflarında bulunan bazı kişilerin aldatmalarına kapılarak Milli Meclis hakkında yurtsever yardımda gevşeklik gösterdiklerinden, bunlara gerekli nasihatlerin yapılması konusunda, kendi arzusuyla yazdığı yazı ve telgraf, akrabamız ve bildiğimiz adamlarımıza imza ile gönderilmiş, bu husustaki hizmetlerimiz telgraf ile takdir kılınmıştır. İki hafta önce adı geçen kişi yine gelerek, Tokat ve civarındaki hain kişilere yakışır şekildeki hareketlere, milli kuvvetler ile de karşılık verdiklerinden, bunların engellenmesi konusunda çete oluşturulması için, yüce emrinizi anlattı. Bazı tekliflerde bulundu. Mümkün mertebe orada hizmetlerde bulunmak ve yardım etmek hususunda adamlarımıza telgraf verilmesini… (kopmuş) şimdi tedavi altında bulunduğum ve iki hafta zarfında, çocuklardan üç tanesinin ölmesi toplumun bilgisi ve şahitliği dâhilindedir. Böyle olduğu halde menfaat ve şahsi arzular uğrunda bazı suçlamalarla hak ve hakikate aykırı olarak, yapılacak müracaatların yüce şahsınız nezdinde kabul görmeyeceğinden emin olduğumdan, olduğu gibi arz etmeğe cesaret ederek yüce emirlerinize iletirim efendim…”(*18)
Sadık Vicadani Bey’in, başına buyruk işlere kalkışması başına dert açar, hükümet kendisini Temmuz 1920 tarihinde “vatan haini” ilan eder. Gerekçesi ise, Çelebi Efendi’nin telgrafından geçen “menfaat ve şahsi arzular uğrunda” bazı girişimlerde bulunması olasılık dâhilindedir. Sadık Vicdani üstüne atılan vatan hainliği lekesinden kurtulmak için ailesiyle birlikte gizlice Nevşehir’e gelir ve Dergâh’ın kendisi affedilmesi için M. Kemal nezdinde girişimde bulunulmasını ister. Bunun üzerine, 9 Temmuz 1920 tarihinde Cemaleddin Çelebi, TBMM Reisi Mustafa Kemal’e çektiği telgrafta şöyle der:
“… Maddi ve manevi bir nedenin etkisi olmalıdır ki gafletinden ve hafifliğinden dolayı, bir tarafa, Niğde tarafına gizlice giden ve şimdi vilayette bulunan, Mucur Şube Başkanı Sadık Vicdani Efendi’nin ailesi buraya kadar gelerek kusurlarının affı konusunda, yüce zatınıza aracı olmamı yakınarak rica ediyorlar. Kimsesiz ailesine merhamet ederek, adı geçeni affetmenizi istirham ederim efendim…”
Mustafa Kemal,13 Temmuz 1920 tarihli cevabi telgrafında Cemaleddin Çelebi’ye şunları yazar:
“… Sadık Vicdani beyin ailesinin hıyanet sebepleri nazar-ı dikkate alınacaktır. Ancak kendisi hakkında uygulanmakta olan muamelenin, kanuni sürecinde işleyeceği ve devamı gerekli görülmektedir efendim…”(*19)
3-Şeyh Said ayaklanmasında Hacıbektaş Dergâhı’nın duruşu:
Kemalistler 24 Temmuz 1923’de Lozan’da Türkiye’nin tapusunu ceplerine koyunca çok rahatladılar ve bundan böyle minnet duyacakları hiç kimse kalmamıştı. Artık işlerine bakabilirlerdi, Onlar, İTC’nin yarım bıraktığı ulus-devlet inşa etme sürecini hızlandıracaklardı. Sıkıntılı günler boyunca kurulacak devletin tüm İslami unsurların çıkarını koruyacak ortak devletleri olacak tezini bir kenara bıraktılar. İlk önce âdemi merkeziyetçiliğe oldukça açık olan 1921 Anayasası’nı rafa kaldırdılar, yerine Türk etnik kimliğini öne çıkaran 1924 Anayasası’nı kabul edildi. Bu Anayasa’nın 88. Maddesi’nde; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” denilmektedir. Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes “Türk” kabul edilince, Türk ırkının dışındaki tüm etnik alt kimlikler yok sayıldı. Türkçe’den başka diller yasaklandı ve ilgili eğitim imkânları ortadan kaldırıldı. Özetle, 1924 Anayasası ile Kürtlerin dili, kültürü, tüzel kişiliğiyle birlikte inkâr edildi. Bu Kürtlerin kabul edemeyeceği çok ağır bir dayatmaydı. Öyle de oldu ve Kürtler 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said önderliğinde Piran’da ayaklandılar. Ayaklanma çok kanlı oldu. 15 Nisan 1925’de Şeyh Said Muş yakınlarındaki Murat Suyunu Abdurrahman Paşa köprüsünü geçerken, etrafı çevrildiğinde teslim oldu ve ayaklanmada böylece son buldu.
Kürt ayaklanmasının amaçlarını Kemalistler özenle gizlediler. Ayaklanmayı, uygarlaşmaya karşı feodal nitelikteki dinci-gerici bir girişim olarak tanıttılar. Böylece hem içerde hem de dışarda oldukça destek aldılar.
Aleviler, inançları gereği her zaman aydınlanmadan, ilerlemeden ve gelişmeden yana olmuşlardır. Kemalistlerin karşı propagandası Aleviler arasında oldukça destek görmekteydi ve Aleviler bir daha Osmanlı dönemindeki o karanlık günlere dönmek istemiyorlardı. Alevi inancına ters düşmemek kaydıyla Hacıbektaş Dergâhı da hem bu yönüyle hem de devletçi gelenekten gelen refleksle, Şeyh Said ayaklanması karşısında net bir duruş sergiledi. Bu sırada Dergâh’ın Çelebisi (Postnişini) Cemaleddin Çelebi ölmüş, yerine kardeşi Veliyyeddin Çelebi geçmişti. Veliyyedin Çelebi M. Kemal’e şu telgrafı çekecektir:
“… Türkiye’nin ve İslam âleminin, istiklal ve milli hâkimiyetimizin ebedi düşmanları olanların kötülüklerinin sonucu, doğu vilayetlerinin bazı kısımlarında meydana gelen karışıklıklar büyük nefret ve lanetle karşılandı. Cumhuriyetin sağladığı mutluluk nimetini anlayamayan eşkıyalık ve isyanın giderilip yok edilmesi için her türlü yardım ve teşebbüsün yapılması, Dersim eşrafından eski milletvekili Diyap ve Mustafa Ağalar, diğer... (Karalanmış olduğu için okunamamıştır) eşrafına benim tarafımdan bildirilmiştir. Bu konuda emredilecek bütün fedakârlık gerektirecek teşebbüslere hazırım. Mukaddes vatanımın mel’un ( kötü) emellerden en kısa zamanda kurtulması hakkındaki başarılarınızı Allah’tan temenni ve istirham etmekteyim…” (*20)
Telgraftan da anlaşılacağı gibi, Dersimli Kızılbaş Kürtlerin, Şeyh Said ayaklanmasına katılmaması için Dergâh, Dersim’in ileri gelen şahsiyetleriyle temasa geçmiş ve kendilerine verilecek her görevi yerine getirmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Birinci Dünya Savaşı esnasında kurulan “Mücahidin-i Bektaşiyye Alayları”nda olduğu gibi bazı Kürt aşiretleri özellikle Ağuçan Ocağına bağlı aşiretler, Dergâhın bildirisine uyarak Şeyh Said ayaklanması karşısında devletin saflarında yer almışlar ve isyancılara karşı amansız savaşmışlardır. Şeyh Said ayaklanmasının yenilgiye uğratılmasında Lolan, Hormek, Şadiyan ve Bıleciyan aşiretlerinin rolü çok büyük olmuştur.
Sonuç:
Kuruluşu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar giden Hacıbektaş Dergâhı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin müritleri tarafından kurulan, ılımlı İslami bir tarikattır. Amacı, Orta-Asya’dan gelen ama halâ İslamlaşmamış kitleyi, çok da zorlamadan İslam’a kazandırmaktır. Daha sonra Osmanlılar tarafından kurulan ve devşirme çocuklardan oluşturulan Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektaş-i Veli’nin manevi pirliğine bağlanması, dergâha devletçi bir nitelik kazandırır. Dergâhın, bu niteliğiyle hem de ılımlı İslam özelliğiyle Balkanlarda, İslam’ın ve Türklüğün yayılmasında ve yerleşmesinde önemli hizmetleri olur. XVI. yüzyıla girildiğinde, Doğu’da Kızılbaşlık, Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başlayınca, İmparatorluk Dergâhı yeniden göreve çağırır. Bu sırada Rumeli’nin Dimetoka bölgesinden Balım Sultan(1484-1516), Dergâhın Postnişinliğine getirilir. Bu dönemden sonra dergâh, Kızılbaşları devşirmeye çalışırken kendisi değişime uğrar ve Alevi özelliklerini benimseyerek hızla radikalleşir. Buna rağmen Dergâh ne tam İslami özünden kopar ne de devletçi geleneğinden…
1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla Dergâh büyük bir darbe alır, mallarına ve mülklerine el konulur. İtibarı 1860’lı yıllarda iade edilir ama devletle yeniden barışması ancak İTC’nin iktidarı döneminde olur. İTC ile kurulan sıcak ilişkiler, Dergâhın inanışına aykırı gelen İTC’nin icraatlarını ya görmemezlikten ya da onları destekleyen bir tavrın içine girer. Bunu Birinci Dünya Savaşı’nda ilan edilen Cihad’a verdiği destekten ve Ermeni tehcirinde sessiz kalmasında gözlemlemek mümkün. Dergâh, aynı tavrını ve desteğini, Kemalistlere karşı da gösterir. Pontos Rum tehcirinde ve Şeyh Said ayaklanmasında hep devletin yanında durur.
Dergâh, Türkiye’nin fırtınalı on (1915-1925)yıllarında hep bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır: İnancın ilkeleri mi, devletin çıkarları mı? İnancın ilkeleri hep devletin çıkarlarına tercih edilmiştir. Bu dün olduğu gibi bugün de böyledir.
Hüsnü GÜRBEY& Mahsuni GÜL
Dip notlar:
(*1) Hafız Hakkı Paşa’nın Sarıkamış Günlüğü, Yayınlayan Murat Bardakçı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014/İstanbul, s, 25
(*2) Ayhan Aktar; Askeri kırdıran Enver Paşa; 100. Yılında Sarıkamış’ı anmak
(*3) Baki Yaşa Altınok; Çelebi Cemaleddin İle Veliyeddin Efendilerin Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Hakkında Anadolu Alevilerine Yayınladığı Beyannameler ve Orijinal Metinleri.
(*4) Murat Bardakçı, age, s,94
(*5)Hülya Küçük’ten akt. Baki Yaşa Altınok, age.
(*6)Nuri Dersimi; Kürdistan Tarihinde Dersim. Dilan Yayınları, 1992/Diyarbakır. s,94-95
(*7) BOA. DH.ŞFR. 517,97 001
(*8) B. E. O. Siyasi Kısım, Karton No: 34, Dosya No: 60, Belge No: 343585 BAB-I ALİ DÂHİLİYE NEZARETİ; Kalem-i Mahsus
(*9,*10, *11)Cumhurbaşkanlığı Arşivi, CA. Dosya No.01018981
(*12)Tamer Çilingir; Pontos Gerçeği, Belge yayınları, 2016/İstanbul
(*13) BOA Y. Mtv 131/109 23 Cemaziyelevvel 1313/11 Kasım 1895. Akt: Selim Deringil, Simgeden Millete, İletişim Yayınları, 2006. İstanbul, s, 226-227
(*14) Genelkurmay Başkanlığı Türk İstiklal Harbi 6. Cilt İç Ayaklanmalar (1919 – 1921) s, 93
(*15) http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-57/milli-mucadele-doneminde-erbaa
(*16) ATASE Başkanlığı, Atatürk Arşivi, Kls. 12, Dos. 1335/27-2, Fih. 26/8.
(*17) ATASE Başkanlığı, Atatürk Arşivi; Kls. 12, Dos. 1335/27-2, Fih. 26/10.
(*18,*19, *20,) CA. Dosya No:01001459
NOT: Bu makale Alevilerin Sesi Dergisi’nin 235. Sayısında yayınlanmıştır.