YOZLAŞMA, ULUSAL DEĞERLERİN TAHRİBİ İLE BAŞLAR


Zaman zaman bizim basının başına saksı düşer, bir bakarsınız hiç olmadık haberler yayınlarlar, aslında hiç de kötü yapmazlar, ama devamı gelmez. Radikal gazetesi daha sanal âleme düşmeden, Urartulardan kalma tarihi Kiğı Kalesi’nin tahribatını konu alan bir haber yayınlandı. Bu haberden sonra çeşitli basın-yayın kuruluşlarında, “Kiğı ve çevresinde 1800 yıllarından itibaren Ermenilerden kalan kilise ve manastırların tahribatını, hazine avcılarının bilinçsizce yaptıkları kazıları, bir zamanlar ihtişamlarıyla ünlü bu eserlerin şimdiki berbat hallerini, ilgisizlik yüzünden yıkılma ve yok olma tehlikesiyle yüz yüze oluşlarını” konu alan pek çok yazı ve makale yayınlandı. Dediğim gibi bu konuların işlenmesi, gündeme getirilmesi çok önemli ve mutlaka sahiplenilmesi gerekir. Zira tahrip edilenler, bizim eserlerimiz, tarihimiz ve geçmişimiz. 

Tabi bu konular işlenirken hemen yanı başımızda sürüp giden tahribatların da görmemezlikten gelinmemesi gerekir. 1990’lı yıllarda “güvenlik” gerekçesiyle Kürt köyleri boşaltıldı ve bu köylülere ne bir yer gösterildi ne de bir yardımda bulunuldu. İnsanlar bir anda kendi yurtlarında mülteci duruma düştüler; aç, yoksul, perişan halde bir başlarına kalakaldılar. Yaşanan, büyük bir insani dramdı, ama esas tahribat bu insanların gidişiyle geride kalan kültürel ve maddi varlıklara karşı yapıldı. Ancak bu konular hiçbir zaman Türk basınının gündemine gelmedi/getirilmedi. Oysa bu çifte bir standarttı ve Ermeni eserlerinin tahribatını yazarken samimi olmadıklarının da deliliydi. Çünkü herkesin gözleri önünde Kürt ulusal değerleri tahrip ediliyordu.

Nedir ulusal değerler?
Ulusal değer; yerleşik halkların yüzyıllar boyunca, gerek doğayla ve gerekse kendi aralarında yaptıkları mücadele ve işbirliği sonucunda yaşamı kolaylaştırmak için yaratıkları maddi ürünlerdir. Bu maddi ürünlerden geleceğe taşınması gereken ve bir ulusun varoluş sebebi sayılan iki önemli değer vardır; birincisi dil, ikincisi inançtır. Diğer değerler de çok önemlidir ama bu iki unsur kadar belirleyici değildir.
Buradan okuyucuların affına sığınarak, en iyi bildiğim memleketim Kiğı ve Bılece köyünde yapılan tahribatı ve yaşanan yozlaşmayı anlatacağım; zira zorla göç ettirilen diğer yörelerinde bundan bir farkı yoktur, parça ile bütün aynı olup, her yer birbirinin aynısıdır. Üzülerek söyleyeyim ki Kiğı halkı, yukarıda belirttiğim belirleyici iki ulusal değeri ya yitirmek üzeredir ya da yitirmiştir. Artık hiç kimse Kürtçe konuşmamaktadır, Kürtçe konuşmayı bir “düşüklük” unsuru olarak görmekte ve konuşmaktan imtina etmektedir. İkinci konu ise özellikle Kızılbaş Kürtlerini ilgilendirmektedir. Kızılbaşlık inancı Kiğı’da yok olmak üzeredir. İnsanlar Raywerini, Pirini, Mürşidini tanımamakta, daha da acısı artık hiç kimsenin musahibi yok. Kiğılı bir Kızılbaş Kürde sorun; “musahibin var mı?” Aval, aval yüzünüze bakar; “O da nedir?” der gibi…

Ulusal değerlerin tahribatıyla birlikte ulusal yozlaşma da başlar. Uzağa gitmeye gerek yok,  son 20-30 yılda Bılece’de yaşanılan tahribatı gözlemlemek yeter. Hemen belirteyim burada birilerini suçlamak veya birilerini rencide etmek amacından değilim, sadece mevcut duruma dikkat çekmek istiyorum.
Eskiden Bıleceliler Kızılbaş inancına bağlı, inançlı insanlardı. Kızılbaşlarda, ağırlıkları denk iki önemli kutsal kurum vardır; insani (beşeri) kurumlar ve doğal ziyaretler. İnsani kurumlar kutsal ocaklardan gelir. Her Kızılbaş toplumunda olduğu gibi Bılece’de de mezbetler belli ocaklara bağlıydılar. Her mezbetin Rayweri, Piri, Mürşidi bellidir. Kızılbaşlıkta talip, bağlı olduğu ocağı değiştiremez, ama aynı ocağa bağlı Pirini, Raywerini veya Mürşidini değiştirme hakkına sahiptir. Başka bir ifadeyle çocuk anasından doğar doğmaz, 
hangi Ocağa, hangi Raywer’e, hangi Pir’e, hangi Mürşid’e bağlı olduğunu bilir. Bu değişmez bir kuraldır.
Mezbetler veya aşiretler değişik ocaklara bağlı olmalarına karşın ziyaretler çoğunlukla ortaktır. Örneğin 

Merxîn Bawa, bütün Bılecelilerin ortak kutsalıdır.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte insani kurumlar çok büyük baskılarla karşılaştılar, asimilasyona dayalı tek yanlı eğitimle birlikte etkinlikleri gittikçe sönükleşti, yaşadıkları ağır ekonomik güçlüklere rağmen yine de direndiler, yok olmadılar. Ancak “zorunlu göç” son darbeyi vurdu. Günümüzde ayakta ne ocak kaldı ne de ocak emanetçisi Raywer, Pir, Mürşid…
Doğal ziyaretlerin tahribatı ise çok daha acı. Devletin resmi görüşüne göre Dağlı Kızılbaşlar; “dağa, taşa, ağaca tapan pagan inançlı insanlardır. 21. yüzyılda pagan inançlar olur mu? Biz bu kutsalları yok edersek, onları hem İslamlaştırır hem de Türkleştiririz.” Bilirsiniz, ayeti kerime de yazılıdır, bir paganı İslamlaştıran doğrudan cennette gider. Bölgeye konumlanan askerler, bu anlayışla hareket ederek bölgedeki bütün kutsal ziyaretleri tahrip ettiler. Bir örnek verirsek: Bılece’de, Pulanlıların gittiği “SİNÇAL” adlı bir yaylamız var. İsminden de anlaşılacağı gibi Sinçal, üç yanı dik dağ, güneyi dar bir vadiyle açılan çukur, ama düz bir yer. Etrafındaki dağlardan, batısındaki kutsal “GEY BAWA” hilafsız yüzde 70 eğilimli, arkasındaki “QEWL dağı” ise yüzde 60 eğilimli olup, oldukça diktir. Bu dağın(Qewl’ın) tam ortalarından doğuya yakın yerde, ben diyeyim 1.000, siz deyin bin 500 yaşında kutsal ulu bir meşe ”DARAMAZI” ağacı vardı. Hemen dibinde Anafatma’nın (Anahita’nın) iki kutsal memesinden akar gibi, çok uzaklardan da fark edilen iki çeşme akar. Çocukken, 12 arkadaş el ele tutuşarak bu ulu ağacın etrafını ancak dolanabildik. İşte böyle bir ulu ağaç, böyle bir abide tahrip edildi...

Daramazı’yı öyle bir kin ve nefretle tahrip etmişler ki anlatmaya insanın dili varmıyor. Kutsal ağaç, önce dinamitle parçalanıyor; ardından bir daha yeşermesin diye, köküne doğru üç metre kazılarak tahrip ediliyor. Aynı tahribat, Qewl Dağı’nın arka yüzünün doğu tarafında yer alan ve dilek tutularak çaput-bezlerin bağlandığı kutsal Ardıç (DARAPAÇIK) ağacına da yapılmış. Diğer ziyaretlerin de bundan farkı yok…
İnsanlık ve doğal tarihin mirası olan bu ağaçların böyle vahşice tahribatının tek bir nedeni var; Kürt kimliği ve Kızılbaşlık inancı... Kimsenin inancını sorgulamıyoruz, ama Kızılbaşları, “doğaya tapmakla” itham edenler, kendileri neye inanıyorlar acaba? İnsan yapımı camilere ne diyorlar; “Allah’ın evi”. Sanki Allah’ın eve ihtiyacı varmış gibi... Oysa doğanın ağaca, hem de kutsal ulu ağaçlara çok ihtiyacı var. M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış Yunan filozofu Epikuros, “insan emeğinin kutsal olduğunu, insan yapımı ürünlerin kıymetli ama asla kutsal sayılmayacağını” yazar. Örneğin pamuğu ipe dönüştüren emek kutsaldır, ama ipliğin kendisi kıymetli olsa da kutsal değildir/olamazda. Üreten ve yaratan ki emektir, emekten daha kutsal bir şey olamaz. Doğa da, doğan, doğuran, var edici ve yaratandır, o halde doğanın kendisi kutsaldır, ürünleri nasıl kutsal olmasın; ağacı da, taşı da, toprağı da kutsaldır ve Kızılbaşlar, ağaca, taşa, suya, dağa tapmaya devam edeceklerdir….
Tabi bu tahribatı askerler tek başına yapmadı, yozlaştırılan yerli işbirlikçileri kullanarak yaptılar. Bılece’de “POZÊ-RÛT” denilen mevkide asırlardır yerinde duran ve muhtemelen “QEREKOYUNLULARDAN” kalma bir koç heykeli vardı, “içinde hazine saklıdır” diye heykeli parçalamışlar. Yol gelirken, Bılecenin hemen karşısında asırlık mezarlılar var, o mezarlıklar tahrip edilir, kemikler sağa sola atılır, hiç kimsenin gıkı çıkmaz. Hâlbuki o kemikler, birçoğunun atasının kemiği…

Mezar kazma işi yakın zamana kadar devam etmekteydi. Bilindiği gibi eskiden insanımız çok yoksuldu, çoğu yeterli beslenememekten ölüyordu. Anlayacağız mezarlarımızdan kıymetli bir şey yok, bunun bilinmesine rağmen yine de kazıyorlar. Anlamak çok güç….
Toplumlar, ulusal değerlerini yitirdikçe yozlaşırlar. Yozlaşan insanların yaptıkları ilk iş de, eski değerlerini tahrip etmektir. Tahribatları durdurmanın tek yolu var; ulusal değerlere yeniden dönüş yapmak. Geç mi? Değil. Ne demişler, “zararın döndüğü yer kârdır.” O halde ulusal öze dönüş yapmak öncelikli hedefimiz olmalı….
27/12/2018/Rojnameya Newroz.