TÜRKİYE DEMOKRATİKLEŞEMİYOR; NEDEN?
Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşunun üstünde yaklaşık yüzyıl geçmesine rağmen ne Batılı anlamda demokratikleşebiliyor ne de üstüne karabasan gibi çöken gerici faşist çemberi kırabiliyor. Fasit bir girdaba giren Türkiye, bu gerici çemberin içinde çırpındıkça daha da gericileşiyor, bu gericiliğin temelinde ise ulusal sorun, bölünme korkusu, Kürt ve azınlıklar sorunu var. Devletin bu siyasetinde, Türkiye işçi sınıfı ve ilerici kesimleri de oldukça etkilenmişlerdir. Ülkeyi sarmalayan bu sorun(lar) çözülmediği içindir ki, Türkiye’de sosyal demokrat anlamda bir parti kurulmadığı gibi, ülkenin dinamikleri tetikleyecek Marksist bir partide kurulamamıştır. Alternatifsiz bırakılan ülke, adeta sağcı-gerici siyasetlere mahkûm edilmiştir. Tabi istisnalar yok değildir; 1961 yılında kurulan ve 21 Temmuz 1971 yılında “Kürtçülük faaliyetlerinde bulunma” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yine 12 Mart Askeri Cuntası tarafından hunharca katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın önderliği bunlardan birkaçıdır.
Bir ülkede demokratik geleneklerin oluşması, olgunlaşması ve bunun ileriye taşınması şu faktörlere bağlıdır:
1/-Ülkenin kendi iç dinamikleriyle gelişen burjuva sınıfının, feodal ve dinsel gericiliği tasfiye etmesi;
2/-Ulusal burjuvazi ile birlikte gelişen işçi sınıfının, Marksist ideoloji ilkelere bağımlı sosyal-demokrat bir partinin varlığı, ya da
3/-Ülkenin, emperyalizme ve gericiliğe karşı ulusal kurtuluş savaşı vermesi.
Türkiye’de bu gelişmelerin hiç biri yaşanmamıştır; neden yaşanmadığına dair tarihsel gerçekler üzerinde yeterince durulmamış ve irdelenmemiştir. Bu makale çerçevesi içinde, bunun nedenlerini irdelemeye çalışacağız:
1/-Türk burjuva sınıfı kendi iç dinamikleriyle gelişmemiştir;
Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar Balkanlarda geliştiyse de, üretimde Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) hâkimdi. Toprak Sultan’ı temsilen devletin malı sayılıyordu. Sanayi, loncaların denetiminde, zanaatçıların marifetiyle ihtiyaca göre üretiliyordu, ticaret, sınırlı ve kontrolüydü. Şehirler, kıra ve feodalizme karşıt değil, kırı tamamlayacak şekilde yapılandırılmışlardı. Dolayısıyla sistem kendi içine kapalı, sermaye birikimine ve manifaktür gelişmeye engeldi. Oysa hemen yanı başında Batı Avrupa, manifaktür üretimine geçilmiş, gerekli ucuz işgücü köylerden çekilerek, özgür kentler oluşturulmuş ve feodalizm ekonomik olarak çökertilmişti. Artan üretim için ucuz hammadde ve pazar arayışına girişilmiş ve daha kabile aşamasında olan Asya ve Afrika işgal edilerek ucuz hammaddeye ulaşılmışsa da, pazar arayışı devam etmiştir. Sömürgelere göre daha gelişmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, kapitalist ülkeler için yanı başındaki cazibeli bir pazardı. Avrupa’nın mamul malları XVIII. yüzyılın başından itibaren Osmanlı pazarını çok da zorlamadan ele geçirmeyi başardı, loncaya bağlı, el zanaatlarına dayalı üretim sistemini çökerterek ülkeyi yarı sömürge konumuna düşürdü.
Avrupa’nın mamul malları, liman kentlerden ülkenin içlerine doğru Rum, Ermeni ve Musevi unsurlar eliyle giriyordu. Tarımla uğraşan Müslüman halk dinsel bağnazlığın etkisinde derin bir uykudayken, Müslüman olmayan unsurlar, ticaret sayesinde hızla sermaye biriktirerek refaha ulaştılar. Tabi bu gelişme dinsel gruplar arasındaki barışı bozdu, çelişki ve çatışmalara neden oldu. Dün tebaadan dahi sayılmayan Hıristiyan unsurlar nasıl oldu da bir anda ülkenin efendisi durumuna gelmişlerdi. Kimse bir anlam veremiyordu, iktidarı elinde bulunduran feodal kökenli hükümet, zaman zaman Müslüman halkı kışkırtarak, Hıristiyan unsurları sopa ile haddini bildirmeye çalışsa da gelişmeyi önleyemiyordu.
Avrupa’da İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) bünyesinde toplanan Jön-Türkler, bu gelişmeyi, Hıristiyan unsurların Müslüman-Türkleri sömürdüklerini ileri sürerek, devlet eliyle Türklerden oluşan bir burjuva sınıfı yaratmaya karar verdiler. 1908 Burjuva Devrimiyle iktidara gelen İttihatçılar, Türklerden oluşan “milli burjuva” yaratmanın o kadar da kolay olmadığını anlayınca gözlerini Hıristiyan unsurların sermayelerine diktiler, ama Avrupa baskısından çekindikleri için çok da ileri gidemediler. İttihatçılara beklenen fırsattı savaş ortamı verdi. Savaşa, Almanların saffında, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’dan oluşan üçlü İtilafa karşı giren Osmanlı İmparatorluğu, İtilafın Mart 1915’de Çanakkale’yi geçemeyeceği anlaşılınca, hemen harekete geçtiler. Ermeniler ve Süryaniler yerlerinden sökülerek yollarda imha edildiler, Rumları, kaçmaya zorlandılar, kalanlar ise 1923 mübadelesiyle Yunanistan’a sürüldüler. Bu unsurlardan kalan bütün mallar, sermayeleriyle birlikte Müslüman Türk tüccarlarına geçti. Bu tarihten itibaren Türk burjuvazisi, devletin kollaması ve koruması altında gelişti/gelişiyor.
Devlet eliyle kurulan ve geliştirilen Türk burjuvazisi, Osmanlı İmparatorluğu geleneğinden gelen güçlü bürokrasiye bağımlı kaldı, çünkü devlet kaynakları cömertçe, bürokrasi aracılığıyla burjuva sınıfına aktarılıyordu. Türk bürokrasisinin kendine has bu özelliği onun gerici ve muhafazakâr sınıf ve katmanlarla ittifak etmesine neden olurken, demokrasinin gelişmesini engelliyordu. 1960’lı yıllardan sonra bürokrasinin öncülüğünden, ithal ikameci ve planlı ekonomiye geçildi. Yüksek gümrük duvarları ile korunan, düşük kur, düşük faiz ve KİT ürünleri ile desteklenen bu yeni sermeye birikim modelinde, emperyalizme bağımlı tekelci karakterde bir burjuvazi geliştirildi. 2020’li yıllara girilirken Türk burjuvazisi hala işbirlikçi ve emperyalizme bağımlıdır. Devlet desteği olmadan ayakta duramayacağı gibi emperyalizmi de kendisine güvence olarak görür. Burjuvazinin koruyucusu güçlü bürokrasinin etkinliği günümüzde kısmen kırılsa da yine de Türkiye’de demokratik gelişmenin önünü tıkan önemli güçlerden biridir.
Özetle Türk burjuvazisi, kendi iç dinamikleriyle gelişmedi. Devlet destekli, Hıristiyan unsurların mal-mülklerine konarak ve Kürdistan’ı sömürgeleştirerek gelişti. Türk burjuvazisinin bütün tarihi, şiddet, talan, kan ve ahlâksızlık tarihidir. Böyle bir tarihe sahip bir burjuvaziden demokrat olmayı elbette beklenemez, Türk burjuvazide hep anti-demokrat olmuş, ırkçı-faşist gerici rejimleri desteklemiş, desteklemeye de devam emektedir.
2/-Mevcut devleti koruma ve kollama refleksi:
Bu refleks, Türk gericiliğinin en önemli etkenlerden birisidir. Türk aydını kendisini bu gerici refleksten bir türlü kurtaramamıştır/kurtaramıyor. Kökeni 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’na kadar iner. Tanzimat Fermanı; Osmanlıyı oluşturan halkların, kültürel özerkliğine dokunmadan, halkları bir arada tutmayı amaçlayan bir fermandır. Adı üstündedir, kalıcı bir yasa değildir, fermandır, ömrü, Sultanın keyfine bağlıdır. Yine de olumlu bir gelişmedir, fakat tutmamıştır. Nedeni ise, kültürel özerkliklere açık, bölgesel özerkliklere kapalı oluşudur. Bu özelliğiyle, Doğu Avrupa’da uluslaşmanın hızlandığı bir çağda tutunmasına da imkân yoktur.
Böyle bir girişimin tutulmaması ve halkların ardı sıra Osmanlıdan kopması, Türk aydınını derin bir kaygıya düşürdüğünde, eldeki mevcut devletin korunmasının çareleri aranır. Ülkede kapitalizm, gelişmediği için, toplumsal tabandan yoksun, ancak devlet kapısında yetişen ve kapıkulu zihniyeti taşıyan Osmanlı-Türk aydını, devleti değiştirmeyi-dönüştürmeyi değil, korumayı amaçlamıştır. Yurtdışında (Avrupa’da) örgütlenen ve kendilerine Jön-Türk adı verilen bu aydınlar, Avrupa’da etkisi giderek artan ve halklara “kendi kaderlerini tayin etme hakkını” tanıyan Marksist düşünceye sırt çevirip; devletin bekası için, devleti korumayı amaçlayan ve burjuvazinin en gerici ideolojisi olan ırkçı/faşist ideolojiyi savunan Pozitivist felsefeyle birlikte Sosyal Darwinizmi benimsediler.
Sosyal Darwinizm’e göre güçlü olan haklıdır ilkesinden hareket edilerek, Anadolu’daki kadim halklardan İslam olmayanlar ya göçe ya da katliama uğratılarak yok edilirken, Müslüman olan ama Türk olmayan halklarda Türk olmaya zorlandılar.
Osmanlı-Türk aydının bir başka zaafı, sosyolojiyi temel uygulama alanı olarak görmesi ve onu rehber kabul etmesi olmuştur. Entelektüel çevreye kısa sürede hâkim olan sosyolojik bakış, dönemin dergi ve gazetelerince en muteber bilim olarak saygı görür. Sosyoloji yeni bir din gibi, “tüm sorunlara çözüm getireceği” inancıyla pozitivist aydınlar arasında yayılır. Sosyolojinin tüm sorunlara, din, aile, çocuk, gençlik sorununa ve özellikle milliyet sorunlarına çözüm getireceği bir fikir olarak dönemin aydınlan arasında hızla yayılır. Ahmed Rıza’nın sürgün yıllarında geliştirdiği “toplumsal sorunlar bilimsel metotlarla çözülebilir" şeklindeki pozitivist inanç, ittihatçıların temel inancı olmuştur. Özellikle Gökalp ile birlikte, bu zihniyet bir eylem kılavuzuna dönüşmüştür. Ahmet Emin [Yalman ]’ın belirttiği gibi, Gökalp tüm "milli dava”ların sadece ve sadece Emile Durkheim’ın sosyolojik prensipleri ile çözülebileceğine inanmıştı. 1909-1918 yıllarda sosyolojik yayınlarda hızlı bir artış olur, 1913 yılında Gökalp’in sosyoloji ders notları yayımlanır. Aslında, Hobsbawm’m 19. yüzyılın sonu Avrupa devletlerinde sosyo-politik sorunlara çözüm getireceği umuduyla başvurulduğunu söylediği politik sosyolojiye benzeri bir süreç, Osmanlı’da İttihatçılar tarafından gündeme getirilmektedir.(Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin şifresi, s,121-122)
Pozitivist felsefenin en önemli temsilcisi Fransız Êmile Durkheim’e göre "toplumsal olaylar" bireye bağlı olmayan, bireyle başlayıp biten süreçler değildir. Toplumsal olaylar bireyi aşkındır, birey ancak ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Başka bir deyişle, toplumsal gelişme bireyin dışında, doğal bir gelişmedir, bireyin ona müdahalesinin bir anlamı yoktur, yapması gereken ona müdahale etmek değil, uymaktır. Bu görüşün Türkiye temsilcisi ve aynı zaman İttihatçıların ve Kemalistlerin ideolojik babası olan Kürt aslı Ziya Gökalp; toplumların çıkarları birbiriyle çelişen sınıflardan değil, varlıkları birbirini tamamlayan meslek gruplarından oluştuğunu ileri süren korporasyonu yani solidarizmi savunur. Bu görüşe dört ele sarılan Kemalist rejim, Türk halkının “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle “olduğunu savunarak, emeğe dayalı siyasal örgütlemelerin önünü tıkar, bu tıkatma, ülkede sosyalist ve demokratik düşüncenin gelişmesini önleyecektir.
Yetişme tarzı ve devlete olan sadakati, Türk aydınının Jakoben yapmıştır. Jakoben hareketler, halk desteğini aramayan, tepeden inme hareketlerdir, Gerek Jön-Türkler olsun, gerekse Kemalist hareket olsun, Jakoben hareketlerdir. Bu hareketlerin içinde halk yok, halk yığınları bu hareketlere katılmazlar ve elbette iktisadi ve siyasal istemlerini de ortaya koyamazlar. Başka bir ifadeyle, halk itilmiştir, bir kenara atılmıştır. Halkını bu kadar düşük ve hor gören bir hareketten demokrasi beklenir mi? Kemalist harekette de demokrat olmamış, ülkeyi uzun yıllar tek parti rejimi altında diktatörlükle yönetmişler ve diktatörlük, normal bir yönetim biçimiymiş gibi halka benimsetmişlerdir.
Batı Avrupa’nın Sosyal Demokrat Patileri, Marksist kökenlidirler. İngiliz İşçi Partisinin kökeni 1836 yılında kurulan “Londra İşçileri Derneği”ne dayanır. Bu dernek daha sonra Çartizm adını alacak, sendikalaşacak ve Marksist ilkelere bağlı bir partiye dönüşecektir. Oysa Türkiye’de sosyal demokrat iddiasında bulunan CHP’nin böyle bir geçmişi yoktur; Marksizm karşıtı ve burjuvazinin en gerici ideolojisi olan Pozitivist felsefenin ürünü, ulusalcı-faşist ideolojiyi kendisine ilke edinen İTC ile gönül bağını koparmayarak aynı çizgiyi izleyerek günümüze varmıştır. Başka bir ifadeyle; Batı'daki sosyal-demokrat partilerin aksine CHP'nin hiçbir zaman işçi sınıfıyla ve Marksizm’le bir ilişkisi olmamıştır. "Devletin kurucusu ve kollayıcısı" rolünü üstlenen parti, başından itibaren burjuva sınıfının partisi olmuştur. Partinin bu niteliği Türkiye’de, Batı anlamında dahi olsa sosyal demokrat bir partinin kurulmasını engellemiştir.
3/- Dinsel ve feodal unsurlar tasfiye edilmemiştir;
Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle bir burjuva sınıfı gelişemediği için laboratuvar ortamında yaratılan burjuvaziden, feodalizm ve dinsel gericilik ile mücadele edecek devrimci bir rol oynaması beklenilmezdi, burjuvazi ancak bu unsurlara dayanarak taban bulabilmişti. Türk burjuvazisinin bu özelliğinden dolayı, ilk baştan itibaren, feodalizm ve dinsel gericilikle çatışmak değil, ittifak kurarak gelişti. Türk devleti, Kürdistan’da, Kürt feodal unsurlarıyla mücadele etmek bahanesiyle, yaptığı katliamları gizlerken, Batı’da, feodal unsurları, burjuvaziye dönüştürmek için her türlü tedbiri aldı.
Rejim, Doğu’da Şeyhlik gibi çağdışı gerici kurumlara dokunmayarak, el altında onları güçlendirip koruyarak bölgede taban bulmaya çalışırken, Batı’da laiklik adına din kontrol altına alıyordu. Buna rağmen Türk ulusunda, bilinenin aksine dinsel duygular çok da güçlü değildir. Türklerin bir tek kutsalı vardır, devlet. Devlet, Türklerde tanrı katında kutsaldır; bütün iç ve dış katliamlar, kırımlar hep bu kutsallık uğruna yapılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, milletler üzerinde değil, dinsel farklılıklar üzerinde örgütlenmişti. Dinsel topluluklar, birbirlerinin özel alanlarına tecavüz etmedikleri sürece, yan yana barış içinde yaşıyorlardı. II. Abdülhamid’in, Panslavizm’e karşı ileri sürdüğü Panislamizm’de sanıldığının aksine halkları birbirine düşüremedi. Gariptir ama gerçektir, Türkiye tarihinde dini, laisizm adına en çok kullanan Kemalistlerdir. Anadolu’da Türk ırkına dayalı bir ulus devlet kurmak isteyen Kemalistler, İslam’ı çift yönlü olarak kullandılar; Kürtlerde ulusal bilinci köreltmek, ikincisi, Balkanlardan ve Kafkasya’dan gelen Müslüman ama Türk olmayan halkları Türkleştirmek. İslam, ulusal amaç için kullanınca, Alevilik, Nusayrilik gibi inançlar İslamlaştırmaya, Hıristiyan unsurlar ise göçe zorlandılar.
4/-Türkiye’nin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verdiği yalandır;
Kemalistlerin en çok yalan söyledikleri ve herkesi inandırmaya çalıştıkları konu, Türklerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı verdikleri yalanı olmuştur. Böyle bir savaş asla verilmemiştir, ama Sovyetler Birliği’nin liderleri başta olmak üzere pek çok kimseyi inandırmayı başarmışlardır. Sovyetler, sınırlarında emperyalizme bağımlı olmayan her rejimi, sosyal tabanına bakmaksızın ilerici saymışlar ve desteklemişlerdir. Güney Kafkasya’da ve Anadolu’da Kemalistlerin, İngiliz emperyalizmi ile çeliştiklerini ve onlarla çatıştıkları zannetmişlerdir. Bu kanı Sovyetlerin en büyük yanılgısı olmuştur. Çünkü hareketin lideri M. Kemal, İstanbul’da İngiliz istihbaratı ile görüşmüş, onların onay ve desteğini alarak Anadolu’ya gitmiştir. Samsun’a çıktığı andan itibaren, Doğu Karadeniz’deki Pontoslu Rumları yerlerinden söküp atmak için çete lideri Topal Osman’ı huzuruna davet etmiş, ondan bölgeyi Rumlardan temizlemesini istemiş, Topal Osman’da, “siz merak etmeyin paşam, onlara öyle bir tütsü vereceğim ki bir daha kendilerine gelmesinler” demiştir.
Bu dönemde Anadolu’da bir savaş verilmiştir, ama bu savaş İngiliz emperyalizmine karşı değil, yurtlarında kovulan ama her nasılsa sağ kalabilen ve geri dönüp mallarını talep eden Ermeni, Süryani, Pontos ile özgürlük talep eden Koçgirili Kürtlere karşı verilmiştir. Yine savaş, çağdışı kalan Osmanlı yönetimine ve onun bürokrasisine karşı verilmiştir. İzmir’e çıkartılan ve ilk başlarda Kemalistlerden taviz koparmak için Anadolu’nun içlerine doğru ileri sürülen Yunanlılar, İngilizlerin piyonu olmaktan öteye geçememişlerdir ve İngiliz desteği kesildiği andan da yenilgileri de kaçınılmaz olmuştur.
Sovyetlerin, Kemalistleri antiemperyalist kabul edip onlara silah ve cephane dâhil her türlü yardımda bulunmaları, Anadolu halklarına çok büyük zararları olmuş, en başta Kürt halkının özgürlüğüne mal olmuştur. Sovyetlerin bu yanılgısına, Türk solunu da etkilemiş, Türk solu, günümüze kadar Kemalizm’i antiemperyalist olarak görmüş ve onun uydusu olmaktan kendisini kurtaramazken, TKP’de buna aracılık etmiştir.
5/-Komintern’i Aşamayan Türkiye Komünist Partisi’nin Yanılgısı:
1907’de Stuttgarda alınan ve 1912’de Basel’de teyit edilen kararlarına rağmen—I. Paylaşım Savaşı önceden kestirildiği için II. Enternasyonal toplanıyor ve eğer savaş patlak verirse, “kapitalizmin düşüşünü hızlandırmak” için yararlanacaklarını ilan etmişlerdi.—I. Paylaşım Savaşı’nda, kendi burjuvalarına karşı savaşmayan hatta “anavatanı savunmak” bahanesiyle burjuvaya destek olan II. Enternasyonal örgütün çözülmesi üzerine, yerine kısa adı Komintern olan III. Enternasyonal kuruldu. Komintern, tamamen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SKP)Politbüro’sunun denetiminde bir kuruluştu ve burada alınan tüm kararlara hiç tartışmaksızın kabul ediliyordu. Komintern bir üyesi olan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) ondan bağımsız hareket etmesi beklenemezdi. Her iki kuruluşta kendi başlarına özgür, bağımsız politika üretemiyorlar, kararlar alamıyorlardı. Sovyetlerin, Kemalistleri antiemperyalist ve ilerici saymaları, Komintern tarafından da kabul edildiği için TKP de zorunlu olarak kabul etti. Bu görüş bir kez kabul gördükten sonra, Kemalistlerin bütün eylemleri, doğruluğuna yanlışlığına, ilericiliğine gericiliğine bakılmaksızın, devrimci nitelikte sayıldı ve desteklendi. Şeyh Sait ayaklanması olsun, Dersim hadisesi olsun, gerici feodal unsurların, ilerici Kemalizm’e karşı girişilen gerici eylemler olduğu savunuldu. Kemalistler bölgeye okul, yol, güvenlik gibi medeniyet nimetleri götürürken, çıkarları zedelenen feodal beylerin ise halkı kışkırtarak buna karşı direndiklerini, savaşın halkla Kemalistler arasında değil, Kemalistlerle feodal unsurlar arasında olduğunu ileri süren Kemalist tezler desteklendi. Bundan cesaret alan Kemalistler, her Kürt ayaklanmasını, jenoside varan kırımlarla bölgeyi ancak kontrol edebildi. Kürtlerin de bir ulus olduğu, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları olduğu, hiçbir zaman TKP’nin gündemine gelmedi.
Oysa aynı tarihlerde Sovyetler, Kürtlerden çok daha geri olan, tarihleri ve yazıları olmayan halklara, ulusal özgürlük hakkı, kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkı tanımışlardı. Avrupa’da beklenilen devrim olmayınca, o güne kadar savunulan, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganı havada kaldı ve Sovyetler, bekledikleri desteği gelişmiş Batı Avrupa’nın işçi sınıfından değil, Doğu’nun ezilen halklarında gördü. Bunun üzerine Lenin sloganı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz” şeklinde düzeltti. Bu önemli bir gelişmeydi ama her nasılsa Kürtlerinde bir ulus olduğu, onlarında kendi kaderlerini kendilerince belirlenmesi hakkı olduğu düşüncesi ne Sovyetlerin ne de ki denetimlerindeki TKP’nin aklına geldi…… Başta TKP ve Türk solu, bu çarpık durumu 1840-1850 yılları arasında Doğu Avrupa’da burjuva devrimi kendisini dayatırken, Marx’ın ilerici olarak gördüğü Polonya ve Macaristan’ı desteklerken, gerici Rus mutlakıyeti rejimini destekleyen Çekleri ve Güney Slavları desteklememesine bağlar ve Lenin’de şu ünlü alıntıyı yaparlar: “Ulusların kaderlerini tayin hakkı dâhil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin—bugün sosyalist hareketinin—tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olanağı vardır; o zaman parça atılır.”(U.K.T.K, s,257-258)
Burada, söz konusu edilen koskoca Kürdistan ülkesidir. Kürdistan ülkesi öyle koparılıp atılacak bir parça değildir, üstelik gerçekleştirilecek Kürdistan devrimi, bütün Ortadoğu’nun kurtuluşu ve emperyalizmin II. Paylaşım savaşına gitmeden önce belinin kırılması demektir. Bu yapılmamıştır, emperyalizmin zayıflatılması amaçlanmamıştır, karşılıklı çıkarlar gözetlenmiş, Ortadoğu’ya karşılık, İngilizlerle imzalanan ticaret antlaşmasıyla tek ülkede sosyalizmin inşasına girişilmiş, sosyalist rejim garanti alınmak istenmiştir. Kürdistan ve Ortadoğu halklarıyla birlikte feda edilmiştir. Bu politikayla Bolşevikler, Çarlıkla aynı konuma düşmüşlerdir.
6/-Türkiye’de özgür ve bağımsız bir işçi sınıfının gelişmesine izin verilmemiştir.
Dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfı, kendiliğinden, sınıf bilincine ulaşamaz, bilinç ya işçi sınıfının kendi iç örgütlenmesi olan sendikalar tarafından ya da onun öncü gücü olan Sosyalist ve Komünist partiler tarafından verilir. Marx sendikaları, “sosyalizmin okulu” olarak tanımlar. Kemalist rejim, toplumun sınıflardan oluştuğu gerçeğini reddetti, emekçilere sınıfsal bilinci götürecek sendikaları ve siyasal kuruluşları yasakladı. Dolayısıyla Türkiye işçi sınıfı 1960’lı yıllara kadar örgütsüzdü. İlk sendikalar, 31 Temmuz 1952 yılında kurulan Türk İş ile başlar. Türk İş, devlet destekli kurulduğu için sarı sendikacılığın ötesine geçemedi. Marksist anlamda ilk sendikal faaliyetler 13 Şubat 1967 tarihinde DİSK’in kuruluşu ile başlar ve ilk etkili işçi eylemi 15-16 Haziran 1970 tarihinde DİSK tarafından gerçekleştirilir. DİSK’in artarak devam eden eylemlerinden ürken burjuvazi, 12 Mart 1971 Askeri Cunta ile etkisizleştirmeye çalıştı, başaramayınca da 12 Eylül 1980 darbesiyle tamamen yasakladı. Yerine kurulan sağ sarı sendikalar, bırakınız işçi sınıfına bilinç götürmeyi, üyelerinin ekonomik haklarını dahi savunamaz hale düştüler. 1990’lı yılların başında bir yandan reel sosyalizm çözülürken, diğer yandan boşluğu dolduran küreselleşen sermaye, bütün dünyada sendikal faaliyetleri durdurdu ya da etkisizleştirdi.
Etkisizleştirilen sendikal faaliyetler en fazla Türkiye gibi, emperyalizme bağımlı ülkelerde görülür. Devletin sarı sendikalar aracılığıyla işçi sınıfına dayattığı şudur; sadece ekonomik mücadeleyle—daha iyi çalışma koşulları, daha iyi ücret, daha az çalışma saatleri vs.—yetinin, toplumsal-siyasal sorunlarla sakın ilgilenmeyin, politik mücadeleyi düzenin siyasal partilere bırakın. Bu işçi sınıfına dayatılan çok ağır bir dayatmadır; işçi sınıfını ekonomik mücadele etmekle sınırlamak, onun dayanak noktalarından birinden yoksun bırakmak demektir. Ekonomik mücadele kuşkusuz çok önemlidir, ama üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması, işçi sınıfının tümden kurtuluşu için vereceği savaş çok daha önemlidir. Marx’ın deyimiyle, “her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadeledir.” Bu mücadeleyi verebilmesi için de işçi sınıfının politik bilinçle donatılması gerekir. “Komünist bilinç olmadıkça, komünist devrim olmaz” der Marx. Lenin’de; “Sadece ekonomik mücadeleyi yürütürse işçi sınıfı politik bağımsızlığını yitirecek diğer partilerin kuyruğu haline gelir ve büyük ilkeye ihanet eder.” Ve Marx’tan şu alıntıyla devam eder; “İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıflarının kendileri tarafından kazanılmalıdır.(Lenin, Kitle içinde Parti Çalışması, s,10) özetle, işçi sınıfını ilgilendirmeyen hiçbir sorun yoktur, işçileri politik mücadelede koparmak ve onları ekonomik isteklerle oyalamak işçi sınıfına karşı yapılmış en tehlikeli oyundur, buna dikkat edilmelidir.
Günümüzde Türk işçi sınıfının içinde bulunduğu acı durum şudur; sınıf bilincinden yoksundur, politik mücadeleden uzaktır ama sosyal şoven duyguları oldukça kabarıktır. Zaman zaman ücret zammı içinde olsa sokağa çıktıklarında, poliste kötü muamele görünce; “Biz Kürt değiliz, Kürde yapılanı bize yapamazsınız” “kahrolsun PKK” diyecek kadar pervasızlaşmışlardır. İşçilerin böyle şoven sloganlar atması, onların ne kadar sınıf bilincinden yoksun olduklarını, egemen ideolojisinin etkisinde ne kadar kaldıklarının güçlü göstergesidir. Milliyetçiliğin peşine takılan Türk işçi sınıfı gerici bir sınıfa dönüşmüştür. Gericiliğin başlıca sebebi ise Türk eğitim sistemidir.
İşçi sınıfının dostlarına düşen görev, işçi sınıfını politik bilinçle donatmak ve kurtuluşunun, Kürt halkının kurtuluşuna bağlı olduğuna ikna etmektir. Bu görev, Türk devrimci hareketin temel görevidir. Marx, yıllar önce İngiliz işçi sınıfının kurtuluşu, İrlanda’nın ulusal kurtuluşuna bağlı olduğunu, 10 Aralık 1869 tarihinde Engels’e yazdığı mektupta belirtir. Marx; “Bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altında tutulması, kendisi için ne büyük bir felaket” der ve devamında “İrlanda, İngiliz boyunduruğundan kurtulmadıkça, İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman özgürlüğüne kavuşmayacaktır. İngiltere’de gericilik, İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasıyla beslenmekte ve güçlenmektedir.” (Lenin, U.K.T.H, s,105-106) İngiliz İşçi sınıfı önce liberalleşecek, sonra şoven duygularla İrlanda milletine kin ve nefret kusacak boyutta İrlandalılara düşman olacak, kendi burjuvazisinin yedeğine düşecek ve Marx’in on yıldır beklediği devrimde hayal olacaktır. Marx’ın kurtuluşunun İngiltere’nin işçi sınıfın devrimine bağladığı İrlanda devrimi ise İrlanda burjuvazisinin önderliğinde gerçekleşir. Bunun üzerine Marx, görüşlerini şöyle revize edecektir: “İrlanda sömürge olarak kaldığı müddetçe İngiltere işçi sınıfının devrim yapmasının mümkün değildir, sosyal devrimlerin sadece sınıfsal devrimlerden ibaret olmayıp, ulusal devrimlerde bir o kadar önemlidir. İşçi sınıfı önderliğinde bir devrim ise ancak kapitalist bir ülkede ve işçi sınıfının güçlü olduğu yerde gerçekleşecektir” tespitinde bulunacaktır.
Türk gericiliği de, Kürdistan’ın boyunduruk altında tutulmasında beslenmektedir. Aşılması, ancak işçi sınıfına politik ve enternasyonalist bilincin verilmesiyle mümkündür. Lenin; “ezen ülkelerde işçilerin enternasyonalist eğitiminin ağırlık merkezini, zorunlu olarak ezilenlerin ayrılma ve bağımsız devlet olarak mevcut olma hürriyetinin propagandası ve savunmasını teşkil etmektedir. Bu propagandayı yapmayan ezen ulusun sosyal-demokratını emperyalist ve şarlatan diye nitelendirmek hakkımız ve ödevimizdir. Bu istek mutlak bir istektir, hatta sosyalizm kurulmadan önce böyle bir isteğin gerçekleşmesi ihtimali binde bir olsa bile.”( Lenin, Bütün eserleri, C. XIX, s,261-262) Marksist teorisyenlerin tavrı bu kadar açık ve nettir, Türk işçi sınıfı ise bundan bir hayli uzaktır…..
7/-Küçük esnafın yaygın varlığı;
Türkiye’de faşist, dinci ve gerici çemberin aşılmamasının bir başka nedeni de,1990’lı yılların sonlarına kadar, küçük burjuvazi dediğimiz küçük esnafın yaygın varlığıdır. Küçük esnaf, yapısı gereği bir yüzü kapitalizme, bir yüzü de proletaryaya dönüktür. Kapitalist rekabet keskinleştikçe ve tekelleşme süreci hızlandıkça, azı kapitalistleşirken, çoğu proleterleşmektedir. Dolayısıyla burjuvazi, küçük esnafın dostu değil, düşmanıdır. Toplumun bu kesiminin bu özelliğinden dolayı devrimci değil, muhafazakârdır, hatta dahası var gericidir, tarihin çarkını geri döndürmeye çalışırlar. Kapitalizmden hoşnut olmayan bu kesimler, genellikle sorunun nedenini tekelleşen kapitalizmden değil, gelişen proletaryanın sınıf mücadelesinde görürler ve ona düşman bir tavır alırlar. Türkiye’de muhafazakâr, dinci ve faşist partilerin tabanı bunlara dayanır. Yoksullaşma artıkça radikalleşme de hızlanır, dinci-faşist hareketin vurucu müfrezelerinde yer alırlar. Burjuvazinin hedef saptırması bu olsa gerek, yoksullu, yoksulla kontrol altında tutmak. Yapılması gereken, küçük burjuva gençliğine doğru yaklaşmak, onlara gerçekleri göstererek düştükleri tuzaktan kurtarmak ve devrimci gençlik saflarına kazandırmak olmalıdır.
8/-Türk solu Kemalizm’i aşamamıştır;
Sovyetler Birliği kuruluş yıllarında güney sınırlarında İngiliz emperyalizmini uzak tutmak için, bölgedeki rejimlere—Kemalistlere ve Afgan kralına-- yardım etmeleri antiemperyalist olarak değerlendirilmiştir. Yukarıda da yazıldığı gibi bu yanlış bir tespittir, Kemalistler, hiçbir zaman antiemperyalist olmamışlar, tersine emperyalizmin bilgisi ve desteği ile iktidar olmuşlar, iktidar olduktan sonra da ilişkileri daha da ilerleterek bölgede emperyalizmin ileri karakolu görevini üstlenmişlerdir. Kemalizm, küçük burjuva ideolojisidir; her küçük burjuva ideolojisinde olduğu gibi o da kaypaktır, içinde bazı ileri öğeler barındırsa da, antidemokratik, ırkçı-faşist bir rejimdir. Fakat üzülerek belirteyim ki Türk solu bu gerçeği görmemiştir ya da görmek istememiştir, onu ilerici ve antiemperyalist bir rejim olarak görmüştür, tabi bunda TKP’nın rolü çok büyüktür.
Yukarıda yazıldı; “bir ulusu boyunduruk altında tutan ulus, bağımsız olamaz.” Kürtleri, boyunduruk altında tutan Türkiye halkı, hiçbir zaman bağımsız olamamıştır. Daima bölünme korkusuyla yaşayan ülke, içerde antidemokratik ve çoğu zaman da sivil ve askeri faşist diktatörlüklerle yönetilmiş, dışarda ise emperyalizme giderek daha bağımlı hale gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaştığımız bugünlerde bile Kürt ulusuna ve onun dilline, sanatına, kültürüne karşı sürdürülen baskılar en yoğun biçimde devam etmektedir. Kürt ulusunun haklı taleplerinin en basitine karşı dahi baskı ve sindirme politikası uygulanmakta hatta Kürt ulusunun varlığı bile kerhen—Kürtler var ama hakları yok-- kabul edilmektedir. Kürt ulusu ve Kürdistan gerçeği örtbas edilmektedir. Kürtler, içinde bulundukları durumu kabul etmedikleri için yaklaşık elli yıldır kesintisiz mücadeleye devam etmektedirler, fakat Kürtlerin tek başına mücadele etmesi yetmemektedir ve mutlaka Türk devrimci hareketinden ve işçi sınıfından destek görmesi gerekir…
Türk devrimci hareketinin büyük çoğunluğunun antiemperyalist olduğunda hiç şüphe yoktur. Ancak bu Marksist olmaya yetmemektedir. Marksist anlamda devrimci olmak, Kürt ulusu ve diğer azınlık halklara karşı ırkçı, şoven, ilhakçı bir konumda olmamaları gerekir. Kürt ulusunun ulusal haklarını tanımak, Kürt ulusunun ayrılma hakkı dâhil, kendi kaderini özgürce kendisi tarafından belirlenmesinin önünün açılmasıyla mümkündür. Lenin; “ezen ulusun sosyalisti, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımıyor ve o hak uğruna savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil, bir şovenisttir.” Devrimciliğin esas kıstası da budur, bunu savunmayan bir görüş antiemperyalist olabilir ama Marksist anlamda asla devrimci olamaz.
Türk devrimci hareketinin çıkmazı da buradadır. Kürtler, kendilerini desteklemeyen ve ulusal burjuvazilerini eleştirmeyen Türk yoldaşlarını sosyal şoven olmakla itham ederken, Türk yoldaşlarda, Kürt devrimcilerini milliyetçi olmakla suçlamaktadırlar. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var; ezilen ulusun devrimcileri, milliyetçi olabilirler ama asla sosyal şoven olamazlar. Çünkü ezilen ulus milliyetçiliği, ulusal baskıya karşı sadece kendi ulusal haklarını kazanmayı amaçlar. Lenin; “sömürgeciliğe karşı mücadele eden ezilen milletin burjuva milliyetçiliği temel olarak demokratik bir içeriğe sahiptir ve biz bu milliyetçiliği koşulsuz şartsız destekleriz” demektedir. Bu nedenle kendi ulusal hakları için mücadele eden ezilen ulus milliyetçiliğinde şovenizm bulunmaz/bulunamaz.
Kürdistan’ın işgali devam etmektedir. Türkiye üstün askeri gücüne rağmen, Kürdistan dağlarında üstlenen gerillaları söküp atamayınca köylere yöneldi ve dağlık bölgelerdeki köyleri göçe zorlayarak Kürdistan’ı insansızlaştırdı. İnsanların yaşamadığı bütün dağ ve geçitlerde kalekol adı verilen devasa yapılar yapılarak binlerce asker koşullandırıldı, bugün buralara koşullandırılan askerler kuşlarla, rüzgârla muhabbet ederek zaman geçirmektedirler.
Sonuç: Dün olduğu gibi bugünde Türk siyasi ortamını baştan aşağıya zehirleyen ırkçı, faşist Türk milliyetçiliğidir. Bu ırkçı, faşist milliyetçiliğe günümüzde bünyesinde yeşil rengi barındıran İslam’ı faşizm de eklenmiştir. Bu üçlü yapı, Kürt ulusunu boyunduruk altında tutmakta, ülkesini sömürerek varlığını ve gücünü korumaktadır. Yıkılışı ancak Kürt ve Türk devrimcilerinin enternasyonalist dayanışması ile mümkün olacaktır. Bunun için de Türk yoldaşlarımızın önce Kemalizm’i aşmaları gerekir….
NOT: Bu makale; Sosyalist Mezopotamya dergisinin Şubat 2020 ve sayı:7’de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder