DEMOKRASİ, AZGELİŞMİŞLİK VE İNSAN İLİŞKİLERİ:
Demokrasinin, ancak gelir seviyesinin yüksek refah toplumlarda işlevsel bir nitelik kazandığını, bunu da ancak Batı Avrupa ülkelerinin sağladığını savunan teoriler varsa da, yoğun nüfuslu ve bir o kadarda yoksul Hindistan’ı nereye koyacaklarına dair bir çözüm bulamıyorlar. Bulamıyorlar, çünkü Hindistan, kurulduğu günden beri kesintisiz demokrasi ile yönetilen, Avrupa dışı ender ülkelerinden biridir. Hindistan dışında işlevsel demokrasiye—Japonya hariç—sahip başka azgelişmiş bir ülke bulamazsınız.
Bunun nedenlerini tartışmak konumuzun dışında bırakarak, azgelişmiş demokrasilerde, iktidar-halk ilişkilerine biraz değinmek istiyorum.
Dikkatli bir gözlemle görülüyor ki, azgelişmiş ülkelerin azgelişmiş demokrasilerinde iktidarlar, kendilerini haklarının üstünde bir güç olarak görürler. Seçimle gelmelerine rağmen bu böyledir. Onlar devletlû olmanın verdiği güçle halklarını küçümser, onlardan kendilerine itaat edilmesini isterler.
Sanal âlemde gezen bir fotoğrafta, ABD Başkanı Obama, parkta gezinirken, bir bankta oturan ve bacak bacak ütüne atmış şortlu bir çiftin yanlarından geçerken, çiftin duruşlarını bozmadan sadece el salladıklarını, Obama ve arkadaşı ise gülümseyerek yanlarında geçtiklerini birçoğunu görmüşsünüzdür. Onlar için kanıksanan, normal bir durum iken, azgelişmiş demokrasilerde durum nasıldır acaba?
Sözgelimi eviniz işlek bir caddenin üstünde ve sizde caddeye bakan balkonunuzda şortla oturmuş, ailece çay içiyorsunuz. Devlet Başkanı da o anda orada halkı selamlaya selamlaya yaya olarak geçiyor, şayet siz hemen ayağa kalkıp hazırol duruşa geçmezseniz, vah halinize. Polis evinizi ablukaya alır, tartaklanırsınız ve hakkınızda soruşturma açılır.
Oysa geçen kişi devlet başkanı da olsa, sizin adınıza ülkeyi çok daha iyi yönetmek için sizden oy almış ve yönetime talip olmuş halktan bir kişidir. Sizden ne bir üstünlüğü ne de bir ayrıcalığı vardır, sadece belli bir süreliğine sizin adınıza yürütme işlerini üstlenmiştir, o kadar.
Ama azgelişmiş ülkelerde işler böyle yürümüyor; iktidar olan, aynı zamanda devletlûdur. Devletlûlar ise sizden ve diğer tüm halktan kendilerini üstün görürler, onun da ötesinde halklarından yabancılaşırlar. Ülkeyi demokrasi adına, otoriter bir rejimle yönetirler. Her otoriter rejimde olduğu gibi halkından korkuyorlar. Halk onlar için korkulan bir kitledir artık.
Fransa’da, 1848 devriminden sonra parlamentoya giren Proudhon, karşılaştığı manzarayı şöyle anlatmaktadır: “Parlamenter Sina’ya ayak bastığım anda kitlelerden koptum. İnsan korkusu otoriteye mensup olan herkesin hastalığıdır. İktidar olanlar için halk düşmandır.”
Halk adına, iktidara talip olanlar, iktidara geldikten kısa bir süre sonra, sadece halktan kopmuyorlar, ayrıca çok da korkuyorlar. Korktukları için de gittikçe daha çok sertleşiyorlar. Bu yüzden otoriter yöneticiler, bir yerden bir yere gittikleri zaman, bütün yollar kapatılır, kilit noktalara polisler yerleştirilir, bir değil, on değil sayısız koruma ve koruma eskortu eşliğinde yollarına devam ederler. O esnada trafik kilitlenmiş, hastaneye yetişmek için ecele eden hamile kadın arabada doğum yapmış, insanlar işlerine, okullarına, sınavlarına geç kalmış onların omurunda değil….
Onlara sorarsanız, ülke demokrasi ile yönetilmektedir.
Yöneten-yönetilen ilişkilerinin bu kadar katılaşmasının önemli nedenlerden biri, bu toplumlarda özgür bireyin gelişmemiş olmasıdır. Birey yoktur, aidiyetlik vardır. Kişi, ailenin, aşiretin, cemaatin ve bir ölçüde devletin üyesidir; onlarsız kendini güvencede hissetmez. Oysa demokrasi, kul zihniyeti taşıyanların değil, özgür bireylerin--devlete rağmen-- kurdukları ve yaşattıkları bir rejimdir. Dolayısıyla, iktidar sahiplerinin kısa bir sürede kapalı kast sistemine dönüşmesine şaşmamalıdır. Onlar tepede efendi, halk aşağıda kuldur…
Azgelişmiş ülkelerin demokrasi dedikleri bundan ibarettir; her şey kör topal yürüyor. Olan, şehirlerin karmaşasında ömür tüketen yoksul emekçi insanlara oluyor…
25 12. 2020
Hüsnü GÜRBEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder