İLK BİRİKİM VE SÖMÜRÜNÜN İŞLEYİŞİ:
Kapitalizm ’de ilk sermaye birikimi nasıl oluştu? Bu soru çok tartışılmıştır. Kapitalizm yanlıları, ilk birikimin, çalışkan bireylerin, birtakım ihtiyaçlarını kısarak, müsriflikten kaçarak ve para biriktirerek sağladıkları gibi çok masum gerekçelere dayandırırlar.
Bu tezin temsilcisi olan Max Weber, “Kapitalizmin ve Protestan Ahlakı” adlı eserinde özetle şunları yazar: “Kapitalist Hıristiyanlar (müminler) çok çalıştılar, çok kazandılar, ama kazançlarını lüks tüketime değil, yatırıma yönelttiler. Avrupa kapitalizmi böyle doğdu” der.
Bu tez doğru değildir, kapitalizmi aklama girişimidir; çünkü kapitalizm, ilk birikimini kan ve gözyaşları üzerine sağlamıştır. Kıta Avrupa’sında ilk birikimi sağlayan faktörler, hem dışsal ve hem de içsel nedenlere dayanır, her iki faktör de birbirini tamamlar niteliktedir.
Dışsal nedenlere bağlı ilk birikim; XI. yüzyılda Kuzey İtalya’da gerçekleşir. Doğu’nun zenginliğine göz diken Ceneviz, Cenova ve Piza gibi İtalyan şehirleri, Akdeniz ticaretini ele geçirmek için tarihte “Haçlı Seferleri” olarak bilinen, kanlı din savaşlarını kullandılar ve başarılı da oldular. Akdeniz ticareti onların eline geçti. Venedik, Cenova ve Piza şehirlerine önemli miktarda sermaye aktı, ama bu kıta düzeyinde kapitalizmin gelişmesine yeterli olmadı. Daha başka kaynaklara gereksinim duyuluyordu ki, Amerika kıtasının altın ve gümüşü imdada yetişti…
Amerika’nın kıymetli madenleri XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya akmaya başlayınca, modern kapitalizmin altyapısı oluşmaya başlamıştı artık. Marx, bu dönemi şöyle anlatır: “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli nüfusun Hint Adalarının fethi ve yağması, Afrika’nın kara derilileri için ticari şafağını işaret eder. Bu bildik olaylar ilk birikimin başlıca uğraklarıdır.”
Peru ve Meksika’yı fetheden İspanyol valisi Cortez ve Pizarro’nun altın ve gümüşü ele geçirmek için oranın yerli halkı olan Kızılderilileri nasıl soykırımdan geçirdiklerinin hikâyesini hepimiz biliyoruz.
Ya Hollandalıların Güney Asya’da Endonezya’da, Cava’ da yaptıklarına ne demeli? Cava adasını bir hile ile Portekizlilerden alan Hollanda’nın “Doğu Hindistan Şirketi”nin 1613-1653 yılları arasında yıllık kârı 640 bin altındır. Bu kadar muazzam kâr elde eden Hollandalılar, yerli halka ne verdiler acaba; hiçbir şey, sadece, onlara ölüm ve soykırımı reva gördüler. Cava’nın bir eyaleti olan Banjuwangi’de 1750 yılında 80 bin nüfus yaşarken, 1811 yılında bu sayı 18 bine indi. Bu insanlar nasıl öldü? El konulan tarlalarında üretilen besine (pirince) ulaşamadıkları için açlıktan öldüler.
Sermaye birikimin bir diğer önemli kaynağı da canlı insan ticaretidir. Başka bir ifadeyle, Afrikalı karaderili yerli insan ticareti. Sömürgelere değer katan kölelik olmuştur diyen Marx, şunları yazar: “Makine, kredi vb. kadar doğrudan kölelik de, burjuva sanayiin eseridir. Kölelik olmadan pamuk olmaz, pamuk olmadan modern sanayi olmaz. Sömürgelere değeri kazandıran kölelik olduğu gibi, dünya ticaretini yaratan da kölelik olmuştur ve büyük sanayiin önkoşulu da dünya ticaretidir. Demek ki, kölelik son derece büyük öneme sahip bir ekonomik kategoridir.” (*1) 1840’da Profesör H. Merivale Oxford’da “Kolonizasyon ve koloniler” konulu bir dizi konferans verir. Bu konferansların birinde iki önemli soru sorar ve kendisi cevaplar: “Taşra kasabaları olan Liverpool ile Manchester’i dev şehirler haline getiren nedir? Şimdi hiç durmayan endüstrilerini ve hızla biriken servetlerini neye borçlular? Şu andaki zenginliklerini aslında zencinin acılarına ve çabalarına borçludurlar, sanki zenci o dokları kendi eliyle oymuş ve buhar makinelerini kendi elleriyle yapmışçasına.” (*2)
Kolonilerle ticaret anayurdu zengin etti. Avrupa tüccarlarının ilk dışsal sermaye birikimleri böyle oluştu.
Ticaret—fetih, korsanlık, yağma, sömürü—bunlar etkili yollardı. Muazzam kârlar akıl durdurucu paralar kazandırdı, sermaye stoku gittikçe büyüdü. Tabi bu da tek başına yeterli değildi, üretim aşamasında çalışacak ucuz emek gücüne de ihtiyaç duyuluyordu, bu güç de iç piyasada sağlandı.
Amerika’dan aktarılan altın ve gümüş, anayurda enflasyona neden olunca, toprak kiralarının ve ücretlerin düşmesine neden oldu. Bu düşüş, mülk sahibi sınıfları yani feodal beyleri ile ücretlileri ekonomik sıkıntıya sokarken, burjuva sınıfının güçlenmesine neden oldu. Yeni deniz yollarının keşfi, ticaretin hacmini genişletince, piyasada üretime duyulan ihtiyaç her geçen gün daha da artıyordu.
Manifaktür üretiminin gelişmesini sağlayan bir başka faktör de, feodal beylerin çok sayıdaki maiyetlerinin dağıtılmasıdır ki, bunların aşağı takımı, atölyelere girmezden önce serseriler durumuna gelmişlerdi. XV. ve XVI. yüzyıllarda serseriliğin neredeyse evrensel bir durum aldığı görülür.
Bunların yanı sıra atölye, tarlaların meraya dönüştürülmesi ve toprağın işlenmesinde daha az insan gerektiren tarımdaki ilerleme yüzünden sürekli olarak köyden kovulan ve yüzyıllar boyunca kentlerde biriken çok sayıda köylülerin varlığı da ucuz işgücü bakımdan güçlü bir destek oldu. Pazarın büyümesi, sermaye birikimi, sınıfların toplumsal durumlarındaki değişme, çok sayıda insanın gelir kaynaklarından yoksun bırakılmaları, bütün bunlar, manifaktürün gelişmesinin tarihsel önkoşullarıdır.
Avrupa’da manifaktür sanayinin gelişmesi, Ortaçağ lonca sisteminin bir üst aşamaya geçmesiyle olmadı, çünkü lonca sistemi gelişmeye kapalıydı. Gelişme tamamen loncaların istemi dışında ve onlarla rekabet ederek gerçekleşti. Hemen her yerde manifaktür ile zanaatkârlar arasında kıyasıyla bir savaşım vardı. Burjuvazi, zanaatkârın hünerine, el marifetine karşılık, teknolojik gelişmelerden de yararlanarak üretimde becerisi olmayan sıradan insanları çalıştırmak suretiyle üretimi çok daha ucuza mal etmeyi başardı. Teknolojik gelişme burjuvazinin motor gücüdür. Her büyük mekanik icadı daha büyük bir işbölümünün izlemesi ve buna karşılık işbölümdeki her artışın yeni mekanik icatlara yol açması bundandır. Makinelerin gelişmesiyle, toplum içindeki işbölümü büyümüş, atölye içindeki işçinin görevi basitleştirilmiş, sermaye yoğunlaştırılmış, insanların parçalanmaları daha da ötelere götürülmüştür. Otomatik atölyede işbölümünü tanımlayan şey, işin orada, uzmanlaşmış niteliğini tümüyle yitirmiş olmasıdır.
İşin basitleştirilmesi, beraberinde emeğin metalaşmasını da getirmiştir. Kapitalist sistem de emek bir metadır. Her meta gibi bir fiyatı vardır ve pazarda alınıp satılabilir. Emek fiyatını (ücretini) belirleyen, piyasaya sürülen metaanın oranı belirler. Kapitalist sistem doğası gereği teknolojiyi sürekli geliştirerek, daha az emekle daha çok üretim yapmaya çalışır. Üretimde verim artışı denilen bu sistemde, piyasada daha çok işsizlik yaratılırken, çalışanlar üzerinde de baskı unsuru oluşturulmaya çalışılır; tabi bunun bir de toptan talep üzerinde olumsuz bir etkisi olur ki, konumuzun dışında kalır. Bu koşullar altında emekçi, kendisini çalıştıracak olan patronla aynı şartlar altında pazarlık masasına oturamaz. Kapitalist emeği kullanmaktan her zaman özgürdür, ama emekçi, emeğini satmak zorunda olduğu için, kapitalist karşısında ancak zımni bir özgürlüğe sahiptir, gerçekte özgür değildir. Başka bir ifadeyle, çalışıp, çalışmamak özgürlüğüne sahiptir, şayet açlığı göze alabiliyorsa…
İşçinin, eski kölelik ve serflik düzenine göre tek farkı, görünüşte özgür olmasının yanı sıra, belirli bir kişinin kölesi olmayıp tüm mülk sahibi sınıfın ortak kölesi olmasıdır. Dolayısıyla emekçiler için sorun temelde değişmemiştir. Özgürlük görüntüsü onu zorunlu olarak bir yandan biraz gerçek özgürlük verirse de, öte yandan kimsenin onun geçimini güvence altına almaması gibi bir sakınca getirir. Efendisi burjuvazi tarafından her an reddedilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eğer burjuvazi onu istihdam etmekle, onun var olmasında bir çıkarı kalmamışsa açlıkta ölmeye terk etmekten asla sakınmaz. Oysa emek yaşamdır ve eğer yaşam her gün gerekli besinlerle takviye edilmezse, sıkıntıya düşer ve çok geçmeden yok olur. Marx, “insan yaşamının bir meta olması için, demek ki köleliği kabul etmesi gerekir” der.(*3)
İşçi emeğinin metalaşması ve bunu kapitaliste satmak zorunda olması, burjuvazinin servetinin gerçek kaynağını oluşturur. Sermayenin ve zenginliğin gerçek kaynağı emektir. Marx, “zenginlik üreticisi emeğin her şey, emekçinin ise hiçbir şey olduğu”nu yazar.
İşçi, bu serveti burjuvaziye üretim süreci içerisinde sağlar. Şöyle ki, üretilen bir ürünün içindeki kapitalistin kârı, ürünün içerdiği emeğin sadece bir bölümüne ödeme yapmış olmasına karşın, ürünün içerdiği tüm emeği satmış olmasından gelir. Başka bir ifadeyle ürünün içerdiği toplam emek tutarı ile bu ürünün içerdiği karşılığı ödenmemiş emek tutarı arasındaki farktır. Kârın kaynağını oluşturan şey bu farkın kendisidir.
Marx, bir metaın içerisindeki ödenmiş emekle, ödenmemiş emek arasındaki farkı vurgulayarak, emekle işgücü arasındaki önemli ayrımı belirterek, artı-değerin aslında bir metaın kendi değeri üzerinden (yani içerdiği emek miktarına eşit olarak) satılmasıyla elde edildiğini göstermeyi başarmıştır. (*4)
Kapitalist sistem emek, sadece bir metaa değildir, aynı zamanda artı-değer de yaratır. Artı-değer üretimi, mata üretimiyle birlikte kapitalist sistemin gerek koşuludur. Çünkü sermayenin kendisi metadır ve onun öz kaynağı da emeğin ürettiği artı-değerdir. Kapitalist, üretilen bu artı-değerin bir kısmını kendi tüketimine harcarken, bir kısmını da biriktirerek sermaye olarak yeniden yatırıma dönüştürür. Yeniden yatırım, üretimin genişletilmesinin maddi temelini oluşturur. Burada artı-değerin bir kısmı üretken sermayeye dönüştüğü için, buna sermaye birikimi denilir.
Konuyu amacından saptırmadan bir noktaya daha değinmek gerekirse, O da, birikimin yeniden üretime yatırılırken, bu kez, bir öncekiyle aynı oranda bileşime katılamaz. Yeni üretim araçlarına (teknolojiye)—değişmeyen sermaye—oranı, emeğe ayrılan—değişen sermaye—orandan büyük olur. Böylece yeniden üretim, daha büyük boyutlarda devam etmesine karşın, daha az emek istihdam edilir. Kapitalist sistem de buna genişletilmiş yeniden-üretim denilir. Kapitalist sistemin bu yasası gereği işçi sınıfı içerisinde nispi bir işsizlik fazlası, işsiz bir kitle, sürekli olarak artmasına neden olur. Yani bir yandan, kapitalist üretim tarzı, yeni bir işçi kitlesine istihdam olanağı yaratarak üretici güçlerin gelişmesinin biçimini oluştururken, aynı zamanda biriktirilen sermayeye oranla giderek azalan oranda işçi istihdam edeceği için de, üretici güçlerin gelişmesinin engeli olmaya başlar.
1990’lı yıllarda reel sosyalizmin çökmesiyle sermaye, global düzeyde egemenliğini ilan etti. Böylece sermeyenin önünde dünyada bir engel kalmadı, bütün ulusal sınırlar bir anda hallaç pamuğu gibi savrulup bir kenara atıldı; sermaye koşulların uygun olduğu her yerde istediği zaman istediği yatırımı yapmaktan özgürleşti. Bu dönemde sermaye genellikle gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere doğru oldu. Bu ülkelerde üretime giren sermayenin amacı, burada da artı-değer üretimidir. Tek farkla ki yabancı sermaye kârını (artı-değeri), kendi ülkesine aktarır. Böylece başlangıçta, yeni bir iş sahası açması sonucu işsiz sayısında göreli bir azalmaya neden olmakla birlikte, biriktirilen artı-değer, sürekli olarak ve her yıl, ülke dışına aktarıldığı, yani ülke içerisinde yeniden-üretimin genişletilmesine girmeyeceği için, sermaye birikimine oranla, yeni işçi istihdamı ülke içerisinde gerçekleşmez. Biriktirilen artı-değerin büyük bölümü, ülke içerisinde yeniden-üretime girmeyeceği, yeniden-üretim genişlemeyeceği için, kapitalist üretim tarzı, henüz üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olduğu halde, yabancı sermayeye bağımlı olduğu ölçüde, kapitalist üretim, üretici güçlerin gelişmesinin belirleyici engeli haline gelmeye başlar ve ülke hızla yarı-sömürge bir duruma düşer.
Kapitalizmin başlangıç yıllarından itibaren, kalifiyesiz veya çok az bir eğitimle emekçileri makinaların başına geçirip, onun bir parçası haline getirirken, emekçiyi entelektüel üretkenliğinden ve zevkli yaşam koşullarından koparır. Böylece emekçi emeğinden yabancılaşırken, sömürünün de yoğunlaşmasına neden olur. Özellikle kadın ve çocuk emeğine duyulan ihtiyaç, sömürünün katlanarak artmasına neden olurken, sebep olduğu emek fazlalığı da çalışanlara karşı bir baskı unsuru olarak kullanılır.
Kapitalizm, dışarda talan ve yağma, içerde emeği sömürerek muazzam kârlar elde etti. Özetle kapitalizm, sermaye birikimi için:
a)Başta Amerika kıtası olmak üzere dünyanın geri kalan ülkelerinin talan edilmesi, sömürülmesi ve bu halkların öz kaynaklarının anavatana (Batı Avrupa’ya) aktarılması;
b)Emeğin metalaştırılarak sömürülmesi.
Marx, “Para… bir yanağı doğuştan kan lekeli doğduysa, sermaye tepeden tırnağa kan damlayarak, her gözeneğinden kan kir fışkırarak doğdu” der.
Kapitalizm, kan ve gözyaşı pahasına zenginlik ve servet edinmeyi başararak dünyaya egemenliğini ilan etti. Bu konuda kendisine en çok yardım eden ise, hiç hoşlanmadığı halde, varlığına katlanmak zorunda kaldığı, din oldu. İki düşman kardeş, sözkonusu sömürü olunca birleştiler.
Kadınların, çocukların, hiç de sağlıklı olmayan koşullarda günde 12-16 saat arasında, karın tokluğuna çalıştırılmalarına ve sömürgelerde insanların köle olarak alınıp-satılmalarına ve kitlesel ölümlere neden olmalarına dinler, Allah korkusunu bir yana bırakarak, ya seyirci kaldılar ya da egemen sınıfların yanında yer aldılar. Belki de yapacakları bir şey de yoktu. Şayet din, bu tür bir sömürüye cevaz vermeseydi, kapitalizm, ona uygun bir din bulmakta güçlük çekmeyecekti. Katolik kilisesinin katı doktrinine karşı dinde reformlar yaparak, kendini destekleyecek bir yapıya dönüştürmekten hiç de zorlanmadı.
Püriten maxter cemaatına, karşılarına çıkan servet edinme fırsatlarından yararlanmazlarsa Tanrı’ya hizmet edemeyeceklerini söylüyorlardı. “Tanrı size yasal bir şekilde daha çok kazanç elde edebileceğiniz bir yol göstermişse—sizin ya da başkasının ruhuna zarar gelmeden—ve siz bunu kullanmaz, daha az kazanacağınız yolu seçerseniz, amaca aykırı davranmış, Tanrı’nın hizmetkârı olmayı reddetmişsiniz. O istediği zaman Onun için Onun armağanı kabul etmemiş ve kullanmamış olursunuz. Beden için ve günah için zengin olmaya çalışılmamalıdır, ama Tanrı için zengin olmaya çalışılmalıdır.”
Methodistlerin önderi Wesley; “insanların çalışkan ve tutumlu olmalarını önlememeliyiz; bütün Hıristiyanları mümkün olduğu kadar kazanmaya, mümkün olduğu kadar tasarrufa, yani zengin olmaya teşvik etmeliyiz” der. Kalvinistlerin davranışı da onlardan aşağı değildir, cennettin yolunun zenginlikten geçtiğini taraflarına telkin ediyorlardı. (*5)
Kapitalist ruh budur. Kalvinist için bu öğreti normal anlamda öğüt değil, Hıristiyanlarca davranış ülküsüdür. Tanrı’nın şanı için çalışmanın en iyi yolu, bu öğretiyi pratiğe uygulamaktır.
Tanrı için çalışmak, sömürmek ve çok zenginleşmek ruhu şimdi İslam’ı cemaatlerde şaha kalkmış durumdadır. Aslı görevleri toplumu uhrevi dünyaya hazırlamak ve iyi bir ahlak edinmesini sağlamak iken, bugün tamamen dünyevileşerek büyük sermayeler edinmişler ve holdingleşmişlerdir. Cemaat önderleri bolluk içinde yüzerken, yoksul halka da şükür edinmeyi öğütlemektedirler…
Dinin olmadığı bir dünya düşünemeyiz, çünkü yaşamın bir parçası durumunda. Geçmişten bugüne gelen dinler, onu var eden koşullar değişmediği müddetçe gelecekte de var olacaklardır.
Protestan kiliselerine bağlı çeşitli görüşlerin kapitalizmi masum göstermeye çalışmaları, kapitalizmi aklamayacaktır. Kapitalizm, insanlığın geliştirdiği en talihsiz üretim tarzlarından birisidir. Doyumsuzdur. İnsana, canlıya ve doğaya düşmandır, kâr amacıyla, her şeye, yok etme pahasına saldırır. Yok, edicidir ve eli kanlıdır.
Kapitalizm kitleleri, tüketim çılgınlığıyla mutlu etmeye çalışır; ne kadar çok alış-veriş yaparsan, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlu olursun tezi, corona virüsü tarafından nihayet yekle yeksan edildi. Kitleler, alış-veriş çılgınlığı yerine, kendilerine yapılacak kamu hizmetlerinden daha mutlu olacağı anlaşıldı. Şatafatlı yaşamı, daha iyi hizmet verecek hastahane odalarına tercih ettiler. Kitleler, dayanışma ve sahiplenme duygusuyla, yeniden asli dünyalarına döndüler, ama bu dünyanın kapitalizm tarafından yok edildiğini üzüntüyle öğrendiler.
Sinan Çiftyürek yoldaşında yazdığı gibi, “Kapitalizm, tarihsel ve fiziksel ” sınırlarına dayanmıştır, yıkılması an meselesidir. Fakat bu kendiliğinden olmuyor, süreci hızlandırmak gerekir. Onu da ancak proletarya ve müttefiklerinin örgütlü gücü başarabilir. O halde sisteme karşı olan tüm toplumsal güçler örgütlenmeli, bilinçlenmeli ve iktidarı hedeflemelidirler.
Hüsnü GÜRBEY
(*1)K. Marx, Felsefenin Sefaleti. Çev: Ahmet Kardam, Sol Yayınları, Ankara. 1976. s, 119
(*2) Leo Huberman, Feodal toplumdan Yirminci yüzyıla, Çev: Murat Belge, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1982. s, 169
(*3)K. Marx, 1844 Elyazmaları, Ekonomi politik ve Felsefe. Çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1976. s, 112
(*4) K. Marx, F. Engels, Nüfus sorunu ve Malthus, çev: Oya Yaylalı, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s,37
(*5) Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu.
NOT: Bu makale, Sosyalist Mezopotamya Dergisinin Sayı:9, Şubat 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder