KENDİLİĞİNDEN GELİŞEN HAREKETLERİN BAŞARI ŞANSI NE?
Tarihte, örgütlü hareketler kadar, kendiliğinden gelişen toplumsal hareketler de çok ses getirmişler, çok ağır bedeller ödemişler, derin izler bırakmışlar, ama kazanımları çok sınırlı olmuştur. Bunun somut örnekleri 1871 Paris Komünü ve 1936 İspanya iç savaşıdır. Her iki hareketi de, örgütlülüğü, önderliği reddeden Anarşistler tarafından yönetmişler ve yenilmişlerdir. Batı’da örgütsüz, öndersiz ve Anarşistlerin yönetiminden gelişen bütün hareketler aynı kaderi paylaşmışlardır. Bunlardan biri de 1968’de Fransa’da gelişen ve bütün dünyayı etkileyen, ama sonu hüsranla biten “1968 Öğrenci Hareketi”dir.
“[1968 Paris Gençlik]Hareketin sloganları hiç kuşkusuz anarşist geleneğinin etkilerini taşıyordu. Paris duvarlarına şunlar yazılmıştı: NE TANRI NE PATRON; NE KADAR TÜKETİRSEN O KADAR AZ YAŞARSIN; BÜTÜN İKTİDAR HAYAL GÜCÜNE; YASAKLAMAK YASAKTIR; GERÇEKÇİ OL İMKÂNSIZI İSTE. Bütün bu sloganlar derin bir liberter duyarlığı açığa vurdu. Ne var ki bir bolluk toplumunda yaşayan Fransız devrimcileri, iktisadi kıtlığın üstesinden gelmeye çalışan önceki devrimcilerin aksine gündelik hayatı dönüştürmekle uğraştılar. Öz kurtuluşu toplumsal kurtuluşun temeli olarak gördüler. Öğrencilerin başlattığı ayaklanma, geleneksel sınıf ayrımlarını dikine kesen bir kitle hareketine dönüştü ve hızla Devlet’e direniş evresinden, ona doğrudan ve sürekli karşı çıkış evresine geçti.”(*1)
İngiliz Tom Nairn olaylardan hemen sonra yaptığı çözümlemede şu görüşü öne sürdü: “1871’in anarşizmi, kapitalizm öncesi geçmişe dönük olduğu için yenilgiyle mahkûmdu; 1968’in anarşizmi ise kavrayabileceğimiz bir geleceğe dönük olduğu için, başarısı kesindir” dese de başarı başka bir bahara kaldı. Bir andan kendiliğinden ortaya çıkan, ülkeyi/ülkeleri sarsan hareket, “rüzgâr gibi geçti” misali, yine bir andan sönüverdi.
Tarihsel deneyimler bize göstermiştir ki, bir hareket, örgütlü toplumsal eyleme dönüşmezse yenilgi kaçınılmazdır. Diyalektiğin önemli bir yasasıdır, benzer koşullar--koşullar değişmediği sürece—benzer sonuçlar doğurur. Bundan dolayı Lenin; Ne Yapmalı adlı broşüründe şunları yazar: “Tekrar tekrar belirttiğim gibi, örgütle ilgili olarak ‘akıllılar’ sözüyle kastettiğim, profesyonel devrimcilerdir, kökenleri öğrenci olmuş ya da işçi olmuş önemli değil. İddia ediyorum ki:
1° sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiç bir devrimci hareket varlığını sürdüremez;
2° hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan gereksinme o ölçüde ivedileşir ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini peşlerinden sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur).” Bu sözleriyle Lenin, toplumsal direniş hareketlerinde örgütlülüğün önemini bir kez daha vurgular…
Lenin’den bu alıntıyı aktarırken, disiplinli, katı merkeziyetçi Bolşevik partiyi kastetmiyorum, koşullar değişti, onların dönemi bitti. Parti liderinin emirlerine kayıtsız şartsız itaat etme dönemi sona erdi; yerini, demokrasiyi daha çok vadeden ve yerele yaymayı esas alan partilere vb. örgütlere bıraktı. Artık bütün kararların yerelden ve halkın doğrudan katılımıyla alınması talep edilmektedir. Merkezin görevi belki, yerel yönetimler arası koordinasyonu sağlamak olacaktır; tek kişiye dayalı otoriter yönetimler ise, niyetleri ne olursa olsun ülkeyi kaosa sürüklemekten öteye gidemezler; çünkü yukarıda söylendiği gibi bu yönetimler toplumsal gelişimin diyalektiğine aykırı düşmüşlerdir.
Demokratik koşullar içinde—varsa tabi—pasif ama kararlı direnişlerle de toplumlar amaçlarına pekâlâ ulaşabilirler. Bunun somut örneği M. Gandhi ve onun Sarvodaya Hareketi’dir. Gandhi yola çıkarken ne istediğini biliyordu. İngilizler kan dökmeden barışçıl koşullar içinde Hindistan’ı terk edeceklerdi, ikincisi, demokrasi Hindistan sathında yerele yayılacaktı. Gandhi, ikinci hedefine ulaşmasa da, birinci hedefine ulaştı.
Yakın dönemde Türkiye’de ve Fransa’da kendiliğinden gelişen iki harekete tanık olduk. Bunlardan biri 2013 yılında “Taksim Gezi olayı”dır, diğeri 2018 Kasım ayında Fransa’da gelişen “Sarı Yelekli”ler hareketidir. Her iki eylemin de ne önderleri, ne örgütleri, ne karar merkezleri ve ne de yol haritaları çizilmişti. Kendiliğinden geliştiler, kararları kendiliğinden aldılar, hükümetleri sarstılar; çok ağır bedeller ödediler, gaz yediler, coplandılar ama kalıcı hiçbir sonuç elde etmeden, kendiliğinden aniden söndüler; tıpkı 1968 Fransa’daki öğrenci eylemleri gibi…
Öğrencilerinin attığı, “NEREDESİN AŞKIM!” sloganı, kulağa hoş geliyor, ama yetmiyor. Bir hareket, kararlı, örgütlü toplumsal eyleme dönüşmediği sürece yenilgi kaçınılmazdır. Boğaziçi Üniversitesi öğrenci eylemleri, umarım “Taksim Gezi Direnişi” hareketine dönüşmez, kalıcı bir sonuç elde eder. Onun için de örgütlü, yol haritası çizilmiş, ne istediğini bilen bir önderliğe ihtiyaç olduğu muhakkak.
Her şeye rağmen, programları net, hedefleri belli, yol haritası çizilmiş, demokrasiye açık esnek yapılı partilere vb. örgütlere ihtiyaç var. Toplumlar, daha yönetimsiz, partisiz aşamaya gelememişlerdir. Belki bir gün geleceklerdir, ama daha var. Burjuvazinin iktidarı, polisi, copu, toması ve mahkemeleri olduğu sürece, emekçiler de, öğrenciler de ve bir bütün olarak toplum da örgütlenmeye devam edeceklerdir.
4.02.2021
Hüsnü GÜRBEY
Peter Marshall: Anarşizmin Tarihi; çev: Yavuz Alogan. İmge kitabevi. Ankara, 2019. s, 749
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder