İŞ-İNSANI; İŞVEREN Mİ, EKMEK VERENMİ?
1960’ların sonlarında İstanbul’a geldiğimde hâlâ İstanbul’da barınabilen birkaç Rum iş-insanının yanında çalışan hemşerilerim vardı ve patronlarına “Çorbacı” diye hitap ediyorlardı. Anlamını anlamadığım için sorduğumda, Rum patronlara ekmek veren anlamında Çorbacı dediklerini söylediler. Daha sonra bu sözün bir benzeri olan “ekmek veren” anlamında Türk iş insanları için de söylenmeye başlandı. Özellikle ölen tanınmış bir işadamı hakkında gazeteler; “babacan bir insandı, yüzlerce kişiye ekmek veriyordu” mealinde haber yazılıyordu. Tabi o zamanlar bunu analiz etmenin imkânı yoktu, çünkü Marksizm daha yeni yeni kavranmaya başlanmıştı.
Dinin toplumsal yaşamda etkin olduğu, sanayisi geri ve sınıf bilincinin gelişemediği azgelişmiş ülkelerde, emekçiler, kendisine işveren iş-insanına karşı bir minnettarlık duygusu duyar ve onu kutsarlar, tıpkı devleti kutsadıkları gibi…
Bu yaklaşım tabii ki çok yanlıştır, yanlış olduğu kadarda, kapitalist üretim sisteminin sömürücü özünü perdelemenin ve sistemin aslında ne kadar da insancıl olduğunu gösterme çabalarının bir ürünüdür. Bu anlamda bazı firmalar, “halkla ilişkiler alanında” büyük masraflar yaparak kendilerini temize çıkarmanın çabası içine girerler. Elbette ki, iyiliksever iş-insanları da vardır ve onlar saygın kimselerdir. Ama hiçbir iş-insanı karşılıksız hiç kimseye ekmek vermez/veremez. İş-insanı işçilere (emekçilere) iş imkânı sağlar, karşılığında onların emek ürünlerinden faydalanır. İşçiler de iş-insanın verdiği işten emek harcar, ama emeklerinin karşılığını değil, anlaştıkları oran üzerinden ücret(aylık)alırlar.
İşverende, işçi de emek piyasasında karşı karşıya gelen iki özgür bireydir. İş akdi dışında aralarında herhangi ilişki veya yakınlık yoktur. Bütün ilişki, metalaştırılan emeğin pazarlığıyla ilgilidir.
Kapitalist sistem, doğası gereği toplumu antagonist (uzlaşmaz) sınıflara böler, her sınıf da kendi çıkarını düşünür ve üretimde aslan payını almaya çalışır. Klasik iktisat öğretisine göre, bir kişi ne kadar çıkarını düşünür ve zenginleşirse—nasıl zenginleşirse zenginleşsin—toplumsal kalkınmaya ve toplumsal faydaya da o kadar yararlı olur. Bundan olsa gerek, fi tarihinde bir siyasi büyüğümüz, “zengin adamı severim” demişti. Dolayısıyla kapitalist üretim sisteminde zenginlik denilince; maddi zenginlik anlaşılır, ölçüsü ise paradır. Bazen tartışmalardan da duyarız, “o kaç paralık adam.” Böylece para, mübadele aracı olmanın ötesinde değer ölçme aracına dönüşür. Birey, sahip olduğu veya edindiği yeteneklerine göre değil, sahip olduğu servete göre değerlendirilir. Para sahibi biri, pekâlâ kendisini geliştirmiş, eğitimli insanın önüne geçebilir; çirkini, güzelin yerine geçireceği gibi…
Oysa zenginlik kavramı tarihsel süreç içerisinde pek çok farklılıklar göstermiştir/göstermektedir. Doğal (ilkel) toplumda bireyin zenginliği, elindeki mızrağın, okun ve yayın kalitesi belirlerken, köleci toplumda sahip olduğu köle sayısıdır. Feodal toplumda zenginlik, feodal beyin sahip olduğu toprağın genişliği, köy sayısı ile birlikte sandıklarda istiflediği altın, gümüş gibi değerli metallerin miktarı belirler. Geleceğin sosyalist toplumunda ise zenginliğin ölçüsü, bireyin, çok yönlü gelişimi ve edindiği yeteneklerini toplum yararına özgürce kullanması belirler. Böylece maddi zenginlik yerini gittikçe gelişen bireyin yaratıcı performansına bırakır. Bireyin yaratıcı donanımı toplumun zenginliği demektir.
Kapitalist üretim sisteminde, üretim, kullanım için yapılmaz, kâr için yapılır. İş-insanları madalya almak için ya da iyilikseverlik için veya kamuya hizmet olsun ya da birkaç insan ekmek yesin diye üretim yapmazlar, bunun için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Para kazanma fırsatını görürlerse işe girerler. Kapitalist sistemin doğası bunu gerektirir, böyle çalışır.
Fakat kapitalist sistem de iş insanı da rahat değildir, rüyasında daima rakipleriyle boğuşur, bu yüzden kendisini her daim yenilemek ve büyümek zorundadır, aksi takdirde rakipleri tarafından piyasanın dışına atılır. Bunun için birikiminin bir kısmını, bazen de daha fazlasını—kredi kullanarak, borçlanarak-- sürekli yatırıma dönüştürmek zorundadır. Fakat her yeni yatırımında bir öncekiyle aynı oranda bileşime katılamaz. Yeni üretim araçlarına (teknolojiye)—sabit sermaye—oranı, emeğe ayrılan—değişen sermaye—orandan büyük olur. Böylece yeniden üretim, daha büyük boyutlarda devam etmesine karşın, daha az emek istihdam edilir. Kapitalist sistem de buna GENİŞLETİLMİŞ YENİDEN ÜRETİM denilir. Kapitalist sistemin bu yasası gereği işçi sınıfı içerisinde nispi bir işsizlik fazlası, işsiz bir kitle, sürekli olarak artmasına neden olur. Yani bir yandan, kapitalist üretim tarzı, yeni bir işçi kitlesine istihdam olanağı yaratarak üretici güçlerin gelişmesinin biçimini oluştururken, aynı zamanda biriktirilen sermayeye oranla giderek azalan oranda işçi istihdam edeceği için de, üretici güçlerin gelişmesinin engeli olmaya başlar. Bu kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu bir gereğidir ve aynı zamanda kapitalizmin de temel çelişkisidir.
Kapitalist toplumdaki temel çelişki üretimin kendisinin gittikçe daha fazla toplumsallaşırken--kolektif çaba ve emeğin sonucu--temellükün özel, bireysel olmasıdır. Emek yaratır, sermaye temellük (biriktirir) eder. Kapitalizmle emeğin yaratıcılığı birleşik bir girişim, birlikte çalışan binlerce işçinin güç-birliği süreci olmuştur. Ama toplumsal olarak üretilen ürünler üreticiler tarafından değil, üretim araçlarının sahipleri, kapitalistler tarafından temellük edilmektedir. Sorun da budur-sorunun kaynağı. Kapitalistçe temellüke karşı toplumsallaşmış üretimdir.
Üretim araçlarının merkezileşmesiyle emeğin toplumsallaşması sonunda artık kapitalist sistem, bu çelişkiyi taşıyamayacak bir aşamaya gelir. Bu çelişki bir şekilde aşılacaktır. Kapitalist özel mülkiyetin çöküşü duyulmaktadır. Mülsüzleştirenler mülsüzleştirilecektir; ama nasıl ve kimler tarafından? Sorusu bir başka çalışma konusudur.
Yeniden başa dönersek, burada kısaca kapitalizmin işleyiş mantığı anlatılmaya çalışıldı. Sistem içinde çalışan bir iş-insanı ne kadar iyiliksever olursa olsun hiç kimseye ekmek vermeyecektir, sadece sistem içinde kalarak emekçisine iş verecek, onların ürettiği artık değeri cebine atacak, karşılığında ise işçilerine bir ücret ödeyecektir. Bütün mesele bundan ibarettir; yoksa iş-insanın kişiliğiyle ilgili değildir.
10.02.2021
Hüsnü GÜRBEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder