GÜÇLÜ KİŞİLİK SAHİBİ OLMAK!
Pek çoğunuzun “ yeter” dediği bu pandemi sürecinde, büyük şehirlerde yaşamak oldukça güçleşti. Doğaya dönmenin tam zamanı, ben de öyle yapacağım ve kendimi doğanın kucağına atacağım….
Gitmeden önce, kişilik ve karakter hakkında önemsediğim bir iki şeyi dostlarımla paylaşmak isterim.
İnsanoğlu da diğer canlı varlıklar gibi doğal bir varlık iken, süreç içerisinde, kendi çabasıyla bir takım değişimlere uğramış, bir takım özellikler edinmiştir; bunların başında kişilik, karakter ve irade gelmektedir. İnsan, bir yandan zaafları ile mücadele ederken, öte yandan güçlü bir kişilik/kimlik kazanmak çabası içindedir. Eğitimin biricik amacı da budur; bireye güçlü bir kişilik kazandırmak…
Toplum içinde yaşıyoruz, her gün veya belli periyotlar içinde çok çeşitli insanlarla karşılaşıyoruz; bunlardan kimisi, para ve mevki düşkünüdür, kimisi şan şöhret düşkünü, kimi itibar peşinde, kimisi de kariyer düşkünüdür. Zaaflarına yenik düşen bu insanlar, amaçları uğruna arkadaşlarını, dostlarını ve bir bütün olarak insanları basamak olarak kullanmaktan asla çekinmezler. Hırslarının esiri olan bu insanlar için etik değerlerin hiçbir anlamı yoktur artık. Buna karşın bazı insanlarda, sahip oldukları insani değerler uğruna ölümüne direnirler, kişiliklerinden/kimliklerinden asla taviz vermezler. Benzer olayların pek çoğunu sizlerde hayatınızda mutlaka karşılaşmış ve yaşamışsınızdır.
Marksist literatürde denilir ki; “birey ne kadar yetenekli olsa olsun, içinde yaşadığı toplumun ve koşulların ürünüdür.” Başka bir ifadeyle günümüzde birey, “kapitalist sistemin ürünüdür.” Kapitalist sistemin şekillendirdiği bireyde de, çıkar ve menfaatin baskın olması yadırganacak bir durum değildir; ancak güçlü kişilik sahibi olanlar kendini bundan sıyırabilirler ki, onların sayıları da oldukça azdır. Bu tarihin her döneminde rastlanılan bir durumdur. Ünlü Şair Tevfik Fikret, Sis adlı şiirinde, içinde yaşadığı şehrin (İstanbul) toplumunu şöyle anlatır: “İçerdeki insanlarda temizlik yoktur, hepsi riya(ikiyüzlü), kıskançlık, menfaat kiriyle kirlenmiştir. Hepsi yükselmek için yalnız dalkavukluktan ümit bekler.” (*1) 1900’lerin başında yazılan bu şiirden bugüne toplumsal hayatımızda belirgin bir değişikliğin olmayışı, insanı ancak üzer.
Yukarıda yazıldı, her bireyin zaafı da farklı farklıdır; kimisi çok basit bir şeyle tatmin olurken, kimisinin direnci zor kırılır.
Yakın dönem Türkiye tarihine vakıf olanlar Ahmet Rıza Bey’i (1858-1930) bilirler. Kendisi Jön-Türklerin önderi olup, II. Abdülhamid’in amansız bir muhalifidir. Abdülhamid, diğer muhaliflere uyguladığı metotların benzerlerini Ahmet Rıza’ya da uygulamak ister. Muhalifliği bırakması koşuluyla, kendisine makam-mevki, yüksek maaş gibi cazip teklifler de bulunur. Avrupa’da sefillere oynayan Ahmet Rıza, Sultan’ın bu tekliflerini reddeder. 1908 Devriminden sonra, açılan Mebusan Meclisi’nin başkanlığına seçilen Ahmet Rıza, düzenlenen resepsiyona II. Abdülhamid’e katılır. Sultan, muhabbet esnasında, boşalan Ahmet Rıza’nın su bardağına, sürahideki sudan kendi eliyle doldurur. Sultanın bu nezaketi karşısında Ahmet Rıza, mest olur ve o günden sonra II. Abdülhamid’in en sadık dostu olur. Bu azılı muhalif, Sultanın bu nezaketine --ve bir yerde de zaafına-- teslim olmuştur. Sultan, daha önce böyle bir şeyi nasıl düşünmediğini, mutlaka çok hayıflanmıştır.
Benim kuşağımda olanlar, şayet toplumsal muhalefet saflarında yer almışlarsa bilirler; nezarethaneler de yaşananları, işkence tezgahında geçenleri….
Kimisi daha polis şiddetine maruz kalmadan çözülür, dostunu, arkadaşlarını ve davasını bir anda satar, bitirir. Bunlar tükenmiş kişiliksiz insanlardır. Toplum içinde yaşarlar, ama birer ölüdürler…
Kimisi de ölümüne direnirler, hatta isimlerini dahi telaffuz etmezler. Bunlar, isimsiz halk kahramanlarıdır. Tarihe geçmişlerdir, tarihin her döneminde saygıyla anılacaklardır.
Kolay mı sözünün eri olmak! Bir bedeli olmalı.
Atilla İlhan ne diyor:
“O sözler ki kalbimizin üstünde
Dolu bir tabanca gibi
Ölüp ölesiye taşırız
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
Uğrunda asılırız...”
Antik Yunan felsefesinin Kynikoslar okulunun önde gelen felsefecilerinden Sinoplu Diogenes (Diyojen, İ.Ö. 412-323) gündüz vakti elinde feneriyle Atina sokaklarını gezerken görenler, merakla sorarlar;
--Hocam bu gündüz vakti, el feneriyle ne arıyorsun?
--İnsan arıyorum.
Cevabını verir koca filozof.
Basit gibi görünse de, koca filozofun aradığı, en nadide şeydir, o günde, günümüzde de.
Âşık Hüdai’de bu kervana katılır ve şöyle yazar:
“Bekle dost kapısın sadık dost isen
Gönüller tamir et ehli dil isen”
Zaaflarının esiri olmadan, dostuna sadık ve insan olarak kalmak, kolay olmuyor ki, Alevi Ozanı, Nimri Dede: “Özde ben bir insan olmaya geldim” diyecektir.
Demek ki, insan olmak da kolay değildir!
Fakat insan, aynı zamanda irade sahibidir ve iradesi, zaaflarıyla mücadele halindedir. Bundan dolayı asırlar evvel Zerdüşt Peygamber: “Doğru düşün, doğru çalış, doğru yap” demiştir.
Hıristiyanlıkta insan günahkâr olarak doğar, arınması için vaftiz olması gerekir.
Alevi/Kızılbaş inanışında, doğan her çocuk, her insan, masumdur, pürü paktır, ama eksiktir. Eksiklik bedensel değildir, algısaldır. Eğitimle eksikliğini gideren insan, İnsan-ı Kâmil mertebesine ulaşır. O, artık Hakla Haklaşmıştır. Bu yolda insana en büyük yardımcı ise, iradedir.
Hırs, tutku, kıskançlık, doğanın insana verdiği bir cezadır, cezalı olarak yaşamaksa tam bir işkencedir.
Ömür denilen şey, akıp giden zamandan ibaretse şayet ve ondan geriye kalan ise, iyi bir insan, tutarlı bir kişilik olmalıdır.
Ne mutlu; dostuna sadık, sözünün eri olana….
Yeniden buluşmak dileğiyle…
27. 4. 2021
Hüsnü GÜRBEY
(*1) Sertel, Sabiha; Tevfik Fikret. Hür Yayınları, İstanbul, 1965. s, 46
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder