BUGÜN HOYRATÇA KULLANILAN HERŞEY GEÇMİŞİN EMEK ÜRÜNLERİDİR:

 

BUGÜN HOYRATÇA KULLANILAN HERŞEY GEÇMİŞİN EMEK ÜRÜNLERİDİR:

Doğada hiçbir şey kaybolmaz, değişim ve dönüşüme uğrar ama kaybolmaz; her şey sabittir, ne azalır ne de çoğalır, sadece nitelik değiştirir. Örneğin doğada 100 litre su varsa bu hep 100 litre su olarak kalır ama suyun niteliği değiştiği için biz onun azalıp-çoğaldığını sanırız, oysa o hep 100 litredir.

Bu insan doğası için de geçerlidir. Tarihte insanlığın ürettiği hiçbir maddi-kültürel ürün yok olmaz, olmamıştır, eklemlenerek varlığını günümüze kadar ulaştırabilmiştir. Düşünsel ve entelektüel çabalar asla birbirinden kopuk değildir. Bugünkü bilgi, dünkü bilgi birikiminin ürünüdür. Şunu unutmamak gerekir, halen bin yıllar önce açığa çıkmış bazı düşünceler çürütülmemiş, bazı buluşların sırrı açıklanamamıştır. Her yeni düşünce ve buluş, ancak kendinden öncekini sentezleyerek yeni bir sıçrama yapabilmiştir, ama insanın hakikat arayışı sürüp gitmektedir. Peki; İnsanın hakikat arayışı nedir? Özgür olmaktır; insanlık tarih boyunca hep özgürlük arayışı içinde olmuştur. Bunu da ancak yüksek bilinç seviyesinde elde edebilecektir, ne tanrıların kulu olacak ne egemen sınıfların kölesi, ne de paranın esiri; özgür toplumun bağımsız bireyi olarak insana layık bir yaşam…

Diyebiliriz ki günümüzün maddi-kültürel varlığı geçmişin birikimlerin toplamıdır. Yok, olmamışlar ve biz bugün bunları farkından olmasak da hoyratça kullanmaktayız.

Günümüz insanının bütünsel yapısı kazındığında altında avcı-toplayıcı geçmişimizin birçok özelliği görülecektir. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı daha doğayı dönüştürecek bir bilgi birikimine erişmemişti, doğada mevcut olanla yetinmek zorundaydılar. Beslenme kaynakları tükendiği anda başka yerlere göç etmek zorunda olan hareketli topluluklardı. Temel besin kaynağı ettir. Et ise avlanmayı ve sürekli hareket halinde olmayı gerektiriyordu.

Avlanma ekip işidir; ekibi iyi organize etmek gerekir. Daha toplum sınıflara ayrışmamıştır, ne yöneten ne de yönetileni vardır; herkes özgür ve eşittir, işler emir-komuta zinciri içinde değil, dayanışma anlayışıyla ve rızalık esas alınarak hep birlikte yapılır. “İlkel komünal toplum modeli” adı verilen bu modelin örgütleniş biçimi de klana tekabül eder. Klan, kadın-ana önderliğinde bir ocak etrafında toplanan geniş aile topluluğudur. Klan yaşamının politik özelliği kolektif iş yapma yeteneğinde görülür. Klan toplumu doğal ahlak kuralları çerçevesinde yaşamakta ve tüm klan tek bireymiş gibi hareket etmektedir. İşler yukarıda anlatıldığı gibi hiyerarşi içinde emirle değil, gönüllü işbirliği içinde yapılır. Üretimde (avda) herkes ihtiyacı kadar pay alırken, ava herkes kendi gücü oranında destek vermektedir. Ateşin ve ocağın kutsallığı buradan gelmektedir.

Klanın temel besin maddesi olan et, klanın tüm güçlü erkeklerinin katıldığı avda elde edilir. Av gelişi güzel yapılmaz, bir seremoni eşliğinde belli kurallar içinde yapılır. Doğa cömert davranmış, insanlara bir av armağan etmiştir. İnsanın bu cömertliğe karşılık vermesi gerekir. Doğanın cömertliğine karşın insanın da saygı duyması gerekir. İnsanın hayatı, öldürdüğü hayvanın hayatından daha değerli değildir. Avladığı hayvanın ruhundan af diler, ona saygı duyar hürmet gösterir, ağıt yakar ve kutsar. Avın ruhunun acı çekmemesi için sihre ve büyüye başvurur. Çünkü yaşamı o ava borçludur. Av bundan böyle kutsal (mübarek) bir varlıktır onun için. Günümüzde kurbanlık hayvanlara mübarek (bımbarek) denilmesinin kökeni buna dayanır.

Hayvan sadece kutsanmamıştır, ona bir totemik kimlikte atfedilmiş; ata-totem olarak kabul edilmiştir. Yani klanın atası  hayvan veya bitki olarak belirlenmiş ve kutsanmıştır. Bugün bazı Kızılbaş Kürt ocaklarının ilk atalarının kutsal siyah yılan olduğu varsayılır. Musahiplik ve erginleşme törenlerinde Pir’in elinde tutuğu ve altında geçilerek arılanacağı inanılan Darık/Tarık yılan biçiminde tasvir edilen ve bazı ağaç (kuşburnu/şilan) dallarında yapılan çubuklardır. Bu Darıklar, yeşil bir torba içinde korunmakta ve ocağın en kutsal yeri olan siyah sütuna (Hıstûna Reş’e) asılmakta, adı geçen törenlerde saygıyla yerinden çıkarılarak kullanılmakta, törenden sonra yine aynı saygıyla yerine tekrar asılmaktadır. Bu konuda Nuri Dersimi’nin anlattığı “Kıştım Evliyası” oldukça ilginç özeliğe sahiptir. Tarihteki Kürt inanışlarında yılan hep kutsanmıştır. Laleş’teki Êzidi tapınağının girişinde siyah yılan figürü bulunmaktadır. Yine pek çoğunuz duymuşsunuzdur, kutsal mekânlarda bulunan yılan dahi hiçbir canlıya dokunulmamakta, onlara bir zarar verilmemektedir. Buradaki canlıların kutsal mekânın koruyucuları (Qelawûzû) kabul edilmektedir.

Bütün bu kutsamalar avcı toplumundan bize kalan kültürel miraslardır. Klan, vahşi kapitalizm gibi doğaya saldırmamış, onu tahrip etmemiştir. Doğayla barışık halde sadece ihtiyaçlarını karşılamış, doğanın kendisine verdiği nimetlere karşı o da doğaya karşı saygılı olmuş onu kutsamıştır. Her sabah kendisine süt veren inekten daha kutsal ne olabilir ki, o nedenle inek kutsanmıştır. Her bahar kendini yenileyen toprağa hayran kalmış; toprağı, toprak-ana olarak kabul etmiştir. Kendini soğuğa ve vahşi hayvanlara karşı koruyan ateşi kontrol ettikten sonra da kutsamıştır. Ateşin etrafından semah dönerek, ilahilerini söylerken bir yandan konuşma yeteneğini geliştirmiş, öte yanda ateşin yandığı yeri-ocağı (ardergahı) klanın en kutsal mekânı kabul etmiştir.

İnsanlığın bu altın çağı da bir gün sonlanacaktı. Nihayetinde sahip olma, sömürme hırsı insanlığın bu altın çağına son verdi, ilk sınıflı toplum olan “köleci toplumu” doğurdu. Eşit, özgür toplumun yerini farklı statüdeki toplum kesimleri almıştı; yöneten-yönetilenler vardı. İşler, kolektif bir ruhla hep birlikte yapılmıyordu; emirle, baskı yapılarak zorla yaptırılıyordu. Kapitalizmde çalışma kutsanmıştır, çoğunuz bilirsiniz pek-çok işverenimiz 24 saatin kendine yetmediğinden yakınmaktadır. Oysa köleci toplumda çalışma yadırganmıştır, çalışma efendilerin değil düşük ırktaki insanların işidir. Efendiler sadece yönetir; müzik dinler, eğlenir ve felsefe ile ilgilenirlerdi. Üretim ve çalışma köleye aittir. Toplum kesin çizgileriyle ikiye ayrılınca, her kesimin yaşam biçimi ve düşünsel dünyası da farklılaştı. Çok tanrılı dine tekabül eden köleci toplumunda, efendinin tanrısı ile kölelerin tanrıları da farklılaştı. Kölelerin tanrıları, insanlara yaşanılır bir dünya vaadinde bulunurken, efendilerin tanrıları, kölelere öte âlemde cennet vaadinde bulunuyordu. İdeolojik baskı araçları efendilerin kontrolünde olduğunda, onların görüşleri baskın oldu ve onlar kölelere;” şayet efendine sadık kalır, işini sadakatle ve dürüst yaparsan, kaçmaya kalkışmazsan, öte âlemde köle olmayacak, cennet misali bir âlemde yaşayacaksın”. Bunca çalışmanın ve ezilmenin mutlaka bir karşılığı olmalıydı, o da aşkın dünyanın cennetiydi; bundan başka daha ne istenebilirdi ki... Böylece öte dünya, cennet ve cehennem gibi hayal âlemine ait kavramlar insanların yaşam alanlarına girdi.

Marksist öğreti “Her yeni olgu/düşünce eskinin rahminde beslenerek gelişir” der. Köleci toplumda, köle emeği yeterli görüldüğü için efendiler tarafından üretilen bilginin tekniğe uyarlanmasına çalışılmadı. Dolayısıyla köleci toplumda teknik çok geridir. Tekniğin geri oluşu, köleci üretim ilişkilerinin verimli olmasını engelliyordu. Geri teknik, düşük verim artan nüfusu besleyemeyince, insanlık yeni toplumsal modellerin arayışına girdi. Köleci toplumun bağrında, insanın görece daha özgür, daha verimli olduğu yeni bir toplumsal yapı ile yeni üretim ilişkiler doğdu. Bu yeni toplumsal yapı ve üretim ilişkilerine tarihte “feodal toplum” veya “feodal üretim ilişkileri” adı verilmiştir.

Köleci toplum yapısı tarih sahnesinden çekilirken, insanın, ırkından dolayı hor görülmeye dayalı ırkçılığı miras bıraktı.

Feodal üretim biçimi tarım toplumlarına hitap eder. İdeolojisi tek tanrılı dindir. Teknik bakımından geri, sulama yetersiz, gübreleme olanakları yoktur. Tohumu toprağa atan köylü, tanrıdan başka güvenebileceği hiç kimsesi yoktur. Mevsim yağmurlu giderse ürünün karşılığını alabilir, yoksa ailesini açlık ve kıtlık beklemektedir. Feodal toplumlar dinsel inançların yoğun yaşandığı, dine dayalı toplumlardır. Özleri aynı ama ritüellerde farklılaşan tek tanrılı dinlerin hâkimiyet kurdukları bir dönemdir.

Bilginin gelişmesi tekniği, tekniğin gelişmesi coğrafi keşiflerle şehirleşmeyi beraberinde getirir. Şehirlerde yoğunlaşan ve ticaretle zenginleşen yeni bir sınıf doğar. Bu sınıf elindeki birikimi yatırıma dönüştürerek “Burjuvazi sınıfı”nı gün yüzüne çıkarır. İhtiyaç duyduğu çalışma elemanlarını kırsaldan çekerken, feodal sınıfı önce ekonomik olarak çökertir ardından iktidarı elinde alır. Ama burjuvazi de kendi karşıtını yaratır, ona karşı olan, onunla ekonomik ve iktidar savaşına girecek olan işçi sınıfını doğurur. Avrupa’da gelişen kapitalizm, kendi sınırlar içerisinden ulusal devletini kurarken kendi işçi sınıfını da sömürmeye çalışır. Bu yetmez, Asya ve Afrika’daki kapitalizmi yaşamayan ülkelere saldırarak onları işgal eder, sömürgeleştirir; yerüstü, yeraltı kaynaklarını talan eder.

Kapitalist toplum bir yandan çalışmayı ve özel mülkiyeti kutsarken, parayı da tanrı katına çıkarır; milyonlarca insanı da mülksüzleştirerek açlığa mahkûm eder. Bunları yaparken de yeniden ideolojik  baskı aygıtlarına sarılır. Kapitalizm kendisini haklı çıkarmak için yeni yeni ideolojiler üretirken, işçi sınıfı da Mark-Engels önderliğinde kendi sınıf ideolojini üretir.

Kapitalizmin en önemli ideolojisi liberalizmdir. Liberalizm insanlığa, özgürlük, eşitlik, kardeşlik vaadinde bulunur. Kapitalizm bu vaatleri kullanarak ve emekçi kitleleri yanına alarak iktidar olur. İktidar olduktan sonra bu vaatlerinin yerine getirmenin çıkarlarına ne çok aykırı düştüğünü anladığı anda, terkeder ve yeni ideolojik arayışlara girer. Kapitalist ulus-devlet modeli bu yeni ideolojilerin eseridir. Toplumu bir arada tutan ideoloji olmazsa ulus devlet modeli işlemez. Kapitalist toplumlar ideolojik savaşların yaşandığı toplumlardır. Bu ideolojilerin bazıları (Pozitivist felsefe, Sosyal Darwinizm, Biyolojist gelişme gibi) ırkçı, şoven ve saldırgan ideolojilerdir. Müspet ilimlere uygulanan ve önemli başarıları elde edilen pozitivist felsefe, toplumsal alanda da uygulanmaya kalkışılınca insanlığın felaketine neden oldu.

Ulus-devlet modeli, pozitivist düşüncenin ürünüdür. Öngördüğü insan tipi ise, rasyonel, kendi çıkarları peşinde koşan, çıkarları söz konusu olunca kardeşini dahi tanımayan, doğayı tahrip etmekten çekinmeyen, menfaati uğruna her tehlikeyi göze alan doyumsuz, tatminsiz bir insan tipidir. Bu tipi ancak hukuk ve polisiye güç sayesinde dizginlemek mümkündür. Pozitivizmin insana dayattığı bu kişilik, insan doğasına aykırıdır. Çünkü insan tabiatı gereği ahlaki ve politik bir varlıktır. Fakat bundan daha tehlikeli olan ve yukarıda adı geçen felsefi ve düşünce akımlarından beslenen “Milliyetçilik” ideolojisidir.

İnsanlığın ürettiği en tehlikeli felsefi düşünce ürünü milliyetçiliktir. Milliyetçilik hâkim ulus etnisitesine dayanır. Kendinden başka diğer tüm etnisiteleri tekçilik (tek ulus, tek bayrak, tek dil, tek vatan, vs.) uğruna yok sayar, tasfiye eder, asimilasyona tabi tutar. Bu tasfiyeyi gerçekleştirmek için bazen uzun süreli kültürel soykırıma başvurduğu gibi, bazen de kısa sürede sonuç alabilecek etnik temizliğe başvurur. İttihatçılar tarafından gerçekleştirilen “Ermeni soykırımı” ile Nazi Almanya’sındaki “Holokoust” bu tip uluslaşmanın sonuçlarıdır. Ulus-devlet, binlerce dili, on binlerce farklı toplumsal yapıları, kültürleri harcamış, yok etmiştir; acıdır ki, katliamlar hâlâ devam etmektedir ve her yıl yeni bir dil veya diller, yeni kültür/kültürler, yeni yaşam biçimleri tarihten silinmekte yok olmaktadırlar. Tarihin yakın dönemde ki, dil, din ve mezhep savaşları bu politikanın sonucudur. Bunun ilk uygulayıcıları Jön Türk adı verilen, İttihat ve Terakki yönetimidir. İttihatçılar, imparatorluk geleneğinden gelen ve çok farklı etnik unsurlardan, homojen bir ulus yaratmak isteyince Anadolu’nun felaketine sebep oldular. Tek ulus, tek dil, tek vatan, tek  bayrak temel sloganlarıydı. Hitler’in elinde dünyayı kan gölüne çeviren Alman milliyetçiliğinde de görüldüğü gibi milliyetçilik, dünyanın neresinde olursa olsun en tehlikeli uluslaştırma yöntemidir.

Milliyetçilik, ilk önce topluma tek tipleşmenin zihniyetini ve duygusunu aşılar. Ulusal devletler bu zihniyet üzerinde şekillenirler. Bu şekilde iktidarı topluma yayma, tek tip toplum yaratma hedeflenir. Toplumun doğasında farklılıkların iç içeliği ve çok renklilik olduğu için, bu durum, çatışma ve çelişkilerin yoğunlaşmasına neden olur. Çelişki ve çatışmaları bastırma yöntemi de zor ve şiddet olarak karşımıza çıkar. Tarihin hiçbir aşamasında kapitalist toplumda olduğu gibi kimlik ve özgürlük sorunu varlığını hissettirmemiştir. Özgürlük mücadelesinin her boyutta kendini hissettirdiğini bu çağda görmekteyiz ve kimlik aynı zamanda özgürce yaşamanın simgesi olmaktadır. Dinlerin, kültürlerin, inançların, kadınların mücadelesi birer özgürlük çığlığı iken diğer yandan da varlığı koruma mücadelesi olarak belirmektedir.

Ulus devlet, kültürel alanda soykırım politikasını uyguladığı gibi siyasal alanda da tek tipleşmeye özen gösterir; farklı siyasal oluşumlara yer vermez. Devlet ve ulus bütünlüğünü ileri sürülerek farklı düşünceleri tehdit sayar; merkezi otoriteyi esas alınır. Yerelin yetkileri sınırlıdır ve bu alana hep kuşkuyla yaklaşılır. Farklı örgütlenmelere izin verilmez. Toplum değişik yöntemlerle gözaltında tutulur. Hapishaneler en çok ulus devlet modelinde mevcuttur ve tıka basa doludurlar.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türk resmi ideolojisi de, yukarıda adı geçen ideolojiler doğrultusundadır. Türkiye, hâkim ulus etnisitesine dayalı tekçi bir ulus yaratmanın gayreti içindedir. Çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli Anadolu topraklarında bunu yapmaya kalkışınca da, halklara çok acılar çektirmiş ama başarılı olamamıştır.

Kapitalizm egemenliğini sürdürmek için insan doğasına aykırı fikir ve ideolojiler geliştirirken, insanlık da bundan kurtulmanın ve yeniden eski altın çağında yaşadığı gibi doğal, özgür yaşamaya dönmek istemektedir. İnsanoğlu doğa ile mücadele ederken geliştirdiği bilgiyi ve biriktirdiği bilgi birikimini birileri güç ve iktidar sahibi olsun diye yapmamıştır. Tamamen toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi, yaşamı kolaylaştırmayı amaçlamıştır. Oysa iktidar, birileri tarafından toplumdan zorla gasp edilerek el konulmuş, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Hızla gelişen ve kısa sürede herkese ulaşan bilginin, insanlığın, düştüğü bu bataktan kurtaracaktır. Yeni toplum, hızla gelişen bilginin toplumu olacaktır. Yeni topluma bazı akademik çevrelerde şimdiden “bilgi toplumu” denilmeye başlanmıştır bile... Artık bilgi hem çok hızlı üretilmektedir, hem de üretilen bilgi çok hızla yayılmakta ve herkese ulaşmaktadır. Öyle ki yapay zekânın insanın yerini alacağından korkulur.

Tarihte her toplum, bir veya birkaç ideolojiye sahip olmuştur; bilgi toplumunun da mutlaka bir ideolojisi olacaktır, bu ideoloji demokrasidir. Peki, nasıl bir demokrasi? Çoğunluğu değil çoğulculuğu esas alan bir demokrasi. Bu demokraside bir kimsenin bir başkasına hükmetmesi yoktur. Hiç kimse başka birine bir şeyler dayatamaz, dayatma, emir-komuta zinciri sona erecektir. Bunun yerini ikna alacaktır. Bir fikri olan, fikrini başkasına dayatarak değil, ikna ederek kabul ettirecektir. İkna edilmeyen fikir, fikir olmaktan çıkarılır. Bilgi toplumunda uluslarda, sınırlar da önemini yitirecektir. Merkezi- ulusal yönetimler yetkilerinin büyük bir kısmını yerel otoriteye devrederken bir kısmını da uluslararası kurumlara devredecektir. Kararların çoğu yerel düzeyde halkın doğrudan katıldığı meclislerde verilecektir ve bunun adı da “doğrudan demokrasi” olacaktır. Günümüzün temsili demokrasinin yerini doğrudan demokrasi alacaktır.

Bilgi toplumunda farklılıklar, o toplumun zenginliği kabul edilir. Günümüzdeki iktidar odaklarının yaptığı gibi, toplumlar birbirine karşı çelişki ve çatışma ortamına dönüştürülmeyecektir. Farklı düşünce ve farklı etnik unsurlar bir arada barış içinde yaşayacaklardır. Farklılıkları birbiriyle çatıştıran, iktidarın tekçi yapısıdır. Özgürlükçü bir sistemde hiçbir birey diğeri için bir tehdit veya tehlike değildir. Hiçbir grup da bir diğeri için tehdit değildir. Zor, dayatma ve asimilasyon üzerine kurulu egemenlikçi siyaset, farklılıkları yok sayar, ezer. Bilgi toplumundaki özgürlükçü demokrasilerde egemenliği çağrıştırabilecek hiçbir yaklaşıma geçit vermeyecektir. Herkes eşit ve özgür olacaktır. Asıl olan, rızalığa dayalı gönüllü birlikteliktir.

Bilgi toplumuna, doğal yaşamı kutsayan klan toplumundan geçerek köleci toplumu, feodal toplumu aşarak ve çalışmayı kutsayıp parayı tanrılaştıran kapitalizmi de aşarak ulaşılmaktadır. Tarihte insan hiçbir zaman içinde bulunduğu düzeylerde kalmamış, zaman zaman gerilerse de bir daha ki seferde sıçrayarak bir üst düzeye çıkmayı başarmıştır. Dolayısıyla insanlığın bugün bulunduğu seviyenin altına düşmesi beklenemez. Bundan sonraki aşama “ÖZGÜR TOPLUM” aşamasıdır. Bu aşamada, dinler, ırklar, uluslar, sınıflar ve sınırlar olmayacaktır; dünya halkları oluşacaktır. Yeryüzü cenneti kurulurken, insanlar da kardeşleşeceklerdir. İsteyen kişi istediği yere yerleşebileceği gibi, istediği ve sevdiği işi yapacaktır. Dünyanın her yerinde yaşam koşulları aynı olacaktır. Çalışmak amaç olmayacaktır; toplumsal ve bireysel ihtiyaçların giderilmesi için zorunlu ama zevkli bir insani uğraş olacaktır. İnsanlar yarınlarından endişe duymadan kaygılanmadan, özgürce ve aşkla yaşayacaklardır.

İnsanlığın altın çağını yaşadığı “klan toplumu” devletsiz bir toplumdu. İnsanlık yukarıda adı geçen toplumsal yapıları test ederek ve çok acılar yaşayarak yeniden altın çağındaki devletsiz topluma dönecektir. Literatürde biz buna “Devletsizlikten devlete, devletten yeniden devletsizliğe dönüş” diyoruz. Anarşist teorisyenlerden Mihail Bakunin her türlü iktidar ve devletin reddini özgürlüğün şartı olarak savunur; “Tanrı’nın kölesi olan insan, kilise ve devletin de kölesi olmak zorundadır” der. İnsanlar ve toplumlar devletten uzaklaştıkları oranda özgürleşmektedirler. Başka bir ifadeyle devlet, insanların özgürlüğünü kısıtlayan, toplumları kafeslere kapatan, kurtulması gereken modern kuruluşlardır. Doğrudan demokrasiyi hedefleyerek ve öz yönetimler oluşturarak, devletsizleşmenin önünü açmak ve hızlandırmak mümkün. Yeniden konumuzun başlığına dönersek, insan emeği boşa gitmemiştir, uygulanan yanlış yöntemler insanları hem doğadan kopararak kendinden yabancılaştırmış hem de çok açılar çekmesine neden olmuştur. Gelinen aşamada yeniden doğaya, özüne dönmek insan geleceğinin garantisidir.

Bu bir hayal değildir. İnsanlığın asırlar boyu ürettiği bilgi ve bilgi birikimi, onu, bugün bu aşamaya getirmiştir. Geriye tek bir insan iradesi kalmıştır. O iradede bir gün mutlaka tecelli edecektir; komünistlere düşen görev, topluma öncülük etmek ve bu süreci hızlandırmaktır.

Hüsnü GÜRBEY.

Kaynakça;

1-Hüsnü Gürbey; Kadim Kürt İnanışı, KIZILBAŞLIK, KÖKENİ, EVRİMİ VE FELSEFESİ, Perî Yayınları, 2016, İstanbul,

--Rızalık Toplumları; Babek Yayınları, İstanbul, 2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder