CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILINA YAKLAŞILIRKEN, SORGULANAN LAİKLİK:
Fransız mallarına boykot etme çağrısı yapılınca, fırsat bu fırsat deyip, laikliğe karşı olanlar hemen boykotun başına laikliği koydular; ne ala ne ala…
Cumhuriyetin temel direğinin laiklik olması gerekirken, bugün en çok tartışılan konu, laiklik olmaktadır.
Türkiye’de laiklik neden bu kadar çok sorgulanıyor ve taban bulmuyor acaba?
Çünkü laiklik, burjuva toplumunun bir kurumudur; seküler bir mücadelenin sonucunda kazanılmıştır.
Oysa Türkiye’de kendi özgül koşulları içinde bir burjuva sınıfı gelişememiştir; bürokrasinin koruması altında, Gayri-Türklerin servetlerine el konularak, milli burjuvazi adı altında yapay teneffüsle geliştirilmeye çalışılmıştır. Yapay olduğu içinde köksüzdür, burjuva kültüründen yoksundur.
Laiklik ise, burjuvazinin vazgeçilmez bir değeridir ve başta Fransa olmak üzere Batı’da gelişmiştir.
Burjuvazi, XVIII. yüzyılın başından itibaren ekonomik olarak kendini güçlü hissettiği andan, siyasal iktidara da ortak olmak istemiştir. Oysa o güne kadar siyasal iktidar, feodalizm geleneğinden gelen ve aristokrat sınıfa mensup olduklarını iddia eden toprak sahibi senyörler ile kilise babalarının denetimindedir.
Feodal iktidarın kaynağı Tanrı’dır, hükümdar (kral) Tanrı adına temsil vazifesini görmektedir. İktidarın kaynağı kutsala dayanınca, krala, krallık ve kilise düzenine karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek demektir ki, bu affedilemez bir suçtur.
XVII. yüzyılın aydınlanma çağının filozoflarından Hobbes, Locke ve Rousseau’nun öncülük etmeleriyle, iktidarın kaynağının Tanrı değil, halkta olması gerektiği üzerinde görüşler ileri sürerler.
Bu görüşler, burjuvazinin isteklerine uygun olduğu için hemen benimsendi. 1776 yılında ABD’de ve 1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle hayata geçirildi.
Bundan böyle burjuva iktidarın kaynağı halk olurken, laiklik, bu iktidarın teminatı olacaktır.
Burjuvazi, şehirde doğdu, bir şehir hareketidir. Antik Yunandan sonra, kıra karşı gelişen ilk harekettir. Dolayısıyla, laiklik, aynı zamanda kent kültürünün bir ürünüdür ve bu ürün kentten kıra doğru taşınmıştır.
Türkiye’de başında da belirttiğimiz gibi kendi özgül koşulları içinde bir burjuva sınıfı gelişmediği için, kentleşme de geciktirilmiştir. (Ancak 1950’lerden sonra)
Burjuvazisi güçsüz, kentleşmesi gecikmiş bir ülkede, laikliğin benimsenmesi ve kök salması nasıl beklenir ki.
Batı’da kentten kıra doğru gelişen laiklik, Türkiye’nin bu olumsuz koşulları nedeniyle, tersi işlenmiş, kırdan-kentte dincilik—o da en yoz haliyle—taşınmıştır. Burjuvazi güçlü bir laiklik geleneğine sahip olmadığı için, kırdan gelen bu dinci/gerici dalgaya karşı direnememiş ve geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Türkiye, Batı’nın, demokratik laik anlayışını değil, otoriter laikliği benimsediği ve burjuvazisine de güvenemediği için, korumasını halka değil, silahlı kuvvetlere bırakmıştır. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak, dünyada ve Türkiye’de orduların hızla profesyonelleşmesi, onu halk ordusu olmaktan koparmış, siyasal iktidarın bir organı haline getirmiştir. Ordulardaki bu tarihsel dönüşümler, orduya bel bağlayan laikleri ve bazı entelektüelleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Pılını-pırtını toplayanlar, Ege’nin sayfiye yerlerine yerleşenler, halktan kopuk uzaktan gazel okuyup durmaktadırlar….
Halk ise, geçim ve ekmek derdine düşmüştür.
Şu kanı artık olgunlaşmıştır ki, Türkiye’de laiklik dinsel gericilikle hesaplaşmadan, seküler bir mücadelede vermeden, toplumda taban bulamayacağının sinyalini çok vermektedir.
Batı, laiklik ve ifade özgürlüğünü ağır bedeller ödeyerek elde etti; Türkiye’de, bu mücadeleyi ya verecek ya da üyesi olduğu İslam ve Ortadoğu ülkeleri arasındaki tarihsel yerini alacaktır. Tercih Türkiye halklarınındır…
28. 10. 2020
Hüsnü GÜRBEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder