KÜRTLER, DAĞLAR, BARAJLAR VE DİL:
Dîrok, hebûna me Kurdane /Ziman, hebûna me parestiye
Çenda me jiyana meye/ Avîsta şarastinîya me Kurdane.
Türkçesi:
Tarih, Kürtlerin varlığıdır./Dil, varlığımızın koruyucusudur.
Kültür, yaşantımızdır/Avesta, Kürtlerin uygarlığıdır.
Şeyh Said direnişi kanla bastırıldıktan sonra, Kürtlerin Türkleştirilmesi çalışmalarına hız verilir. Bu amaçla 24 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu Kararıyla “Şark Islahat Planı” hazırlandı. Bu plana göre Kürtler, bulundukları yerlerden zorla alınarak, Batı’da Türk nüfus içinde %5-10’u geçmeyecek şekilde serpiştirilecek, onların hızla Türkleşmesi sağlanacaktı. Yine plan gereği Kürdistan’da kamuya açık alanlarda, çarşı-pazarda Kürtçe konuşulması yasaklandı, yasağı delenlere ağır cezai müeyyideler uygulandı. Böylece Kürtler, yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları anayurtlarında dilleri yasaklanan bir ulus olarak tarihe geçtiler.
Sömürgeci, devlet veya devletler neden buna gerek duydular, dilin önemi nedir?
Bir halkın varlık nedeninin dile bağlı olduğunu, bilim insanları tarafında uzun zamandan beri ileri sürülmektedir. Bir halkın anadili onun varlık nedeni ve aynı zamanda onun ruhudur. Bir ulusun ruhu ile anadili birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır, biri olmadan öteki de olmaz. Bunun bilincinden olan Kemalist rejim, Kürdün ana dilini yasaklamakla ruhuna zincir vurmuş, Şark Islahat Planı ile kölelik dayatılmış, Kürt ulus bilincini kırmak istemiştir.
Bu tür yasakların tutunabilmesi için onun ne kadar değersiz, kötü, utanç duyulan aşağılık bir şey olduğu propagandası yapılır, onun yerine ikame edilen şeyin de ne kadar değerli, üstün, benimseyenlerin neler kazanacakları, benimsemeyenlerin neler neler kaçıracakları uzun uzun anlatılır. Bu dönemde Türklük, Türk olmak aranan bir değerken, Kürtlük, Kürt olmak aşağılık derecede yerilir. Devletin, kitle ikna araçları yani okullar, radyo ve gazeteler, kışlalar, camiler kısaca halkın toplanma mekânları bu açıdan kullanılan birer propaganda araçlarına dönüştürülür.
Kürtçenin yasaklanması, yukarıda açıklandığı gibi ilk önce Kürdün, kendisini değersiz, düşük görmesine, efendilerini ise üstün görüp ona hayranlık duymasıyla sağlanır. Kemalist rejim, Kürtleri toptan tasfiye etmek için ilkin 1927’de, sonra daha ayrıntılı bir kanunla 1934’de zorunlu “İskân Kanunu” çıkartır, bunu 1935 Tunceli Kanunu izler. Bütün bu baskılar sonucunda başta Kürt dili olmak üzere, tüm ulusal ve toplumsal değerler birer utanç araçlarına dönüştürülür. Kürt bireyi için hızla bu değerlerden kurtulmak ve bir Türk gibi yaşamak cazibeli hale getirilir. Çok acıdır ve bir o kadar da insan haklarına aykırıdır ki, Kürtler, anadilleri olan Kürtçe ile konuşmaktan utanır hale getirilmişlerdir.
Cumhuriyet hükümetleri, Kürtleri toptan asimile etmek için denemediği yol-yöntem bırakmamıştır. Alınan bütün bu tedbirlere rağmen, Kürtleri asimile etmeye yetmemiştir. Çünkü Kürtler, her darda kaldıklarında sığındıkları muhteşem dağlara sahipler. Bu dağlara dayanarak ölümüne direndiler. Direniş, Kürt kimliğini, Kürt dili ve kültürünün kaba imha ve inkâr politikalarını boşa çıkarmıştır.
Dağların önemi;
Kürdistan tarihi, direnişler ve isyanlar tarihidir. Bu direnişte, Kürtlerin tek güvendikleri biricik dostları dağlarıdır. Dağlar, hiçbir zaman Kürtlere ihanet etmemiştir. Kürdistan’ı işgal eden ve egemenliklerini kalıcılaştırmak isteyen egemen devletler, dağların bu özelliklerini bildikleri için, dağlar ile birlikte ormanları ve içinde barındırdıkları tüm canlılarla birlikte yok etmeye çalışmışlardır. Kürdistan doğasının ve ekolojik yapısının tahribatı, devlet için egemenlik sağlama bakımından stratejik alan iken, Kürtler için stratejik olmakla birlikte hayatlarını idame ettikleri coğrafya olduğundan fazlasıyla önemlidir. Türk devleti açısından doğaya, özellikle de dağlara hâkim olmak, Kürtler üzerinde kuracağı egemenliğin ön koşulu gibiyken, Kürtler içinse Kürdistan coğrafyasının büyük bir parçası olan dağlar, her isyan ettiklerinde veya devletin katliamlara varan uygulamalarından kurtulmaya çalıştıklarında çıktıkları/sığındıkları neredeyse tek adres olmuştur. Bu özelliklerinden dolayı, dağlar, ormanlar ve dağlık alanlar, devletin öncelikli hedefleri olmuştur. Çünkü direnişçilerden geriye kalanlar ve devlet baskısından kaçanlar, buralara sığınmışlardır. Dolayısıyla çoğunlukla dağ eteklerindeki köyleri, mağaraları ve ormanlık alanları tahrip etmek ya da yakmak Kürtleri zapturap altına almanın ön koşulu olarak görülür. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi yayını olarak 1972’de basılan “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938)” adlı kitapta Şeyh Said İsyanı’ndan sonra, 1927 yılı yaz aylarında ve özellikle Eylül ayında Şarkın Islah edilmesi çerçevesinde, Hani, Lice, Silvan ve Bicar dolaylarında askerlerin yaptığı müdahaleyi ve yaşanan trajediyi ayrıntılı olarak anlatılır. Aynı kitapta, Ağrı isyanı ve Dersim soykırımı da ayrıntılı anlatılarak, geçmişten-geleceğe Kürtlere mesaj verilmek istenmiştir.
Dağlar, son Kürt isyanı sayılan Özgürlük Hareketinin de mekânı olmuştur/olmaktadır. Son isyanın bastırılması için devlet, neredeyse yüzyıllık bir gelenek haline getirdiği Kürdistan coğrafyasının tahribatına bu dönemde de (1985-2020) devam etmektedir, ayrıca doğa tahribatına “güvenlik barajları” yapmak gibi faklı boyutlarda katmıştır.
1983 yılında çıkarılan 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu (OHAL) çerçevesinde Şark Islahat Planı’nın güncel versiyonu olan ve 10 Temmuz 1987 TBMM kabul edilen 285 nolu Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile eski “Umumi Müfettişlikler” geri getirildi. 1990’da yetkileri artırılan OHAL Valileri, tıpkı 4. Umumi Müfettişliği gibi köyleri boşaltma, yerlerini değiştirme gibi olağanüstü yetkilerle donatılırken, hesap verirlilikten de de muaf tutuldular.
Bütün bu yasal düzenlemelerle birlikte Türk devletinin kuruluşunun ilk yıllarından bu yana Kürdistan’da doğa/ekolojik tahribatı bağlamında yaptıklarının 90’lardaki karşılığı dört uygulama alanı üzerinden ele alınacaktır. Birbiriyle ilişkili olan bu uygulamalar ve bunların devletçe yapılma nedenlerini Serhat Arslan; “Kürdistan’da Doğa/Ekoloji Katliamı” adlı çalışmasında şöyle özetlemektedir:
“1-PKK’nin mali, insan, lojistik ve bilgi kaynağını kesmek için köylerin boşaltılıp/yakılıp köylülerin kırsaldan sürülmesi;
2- gerillanın gizlendiği ve korunduğu ormanların yakılması ve birçok yerin bombalanmasıyla gerillaya sığınacağı alan bırakılmaması;
3- doğrudan gerillanın hayatına kast etmek ve yine gerillanın sığındığı doğayı tahrip etmek için kimyasal silah kullanımı;
4-Kürdistan’ın birçok yerine barajlar kurarak gerillanın geçiş güzergâhlarını ve yollarını su altında bırakmak”(*1)
Bütün bunlar ve daha başka uygulamalar yan yana koyulduğunda Türk devletinin, Kürtleri ve Kürdistan coğrafyasını, bir daha kendine tehlike olabilecek hiç kimsenin ve hiçbir yerin kalmayacağı şeklinde tahrip etmeye, yok etmeye çalıştığı ve bu konuda kısmen de başarılı olduğu söylenebilir.
Güvenlik Barajları (HES):
Kürtleri dağlardan koparmak zorsa, dağlar güvenlik barajlarıyla pekâlâ birbirinden kopartılabilir. Böylece Kürdistan coğrafyası barajlarla, HES’lerle paramparça ederek, “dağlar ülkesi”, “barajlar ülkesi”ne dönüştürüldü. Ülkenin işgali, gölet alanlarının istimlak edilerek tamamlandı. Hiçbir ekonomik getirisi olmayan çoğu, güvenlik kaygısıyla yapılan barajlarla Kürdistan coğrafyası paramparça edildi. İnsanlığın değerli miras olan eski yerleşim yerlerinde doğru dürüst bir arkeolojik araştırma yapılmadan bu hazineler sular altın bırakıldı. En hazin olanı ise eline birkaç kuruş sıkıştırılan yerli halkın bölgeden uzaklaştırılması oldu.
Barajlar politikasıyla Kürt halkının derin tarihi kökleri sökülmekte, toprakla olan bağları koparılmakta, sürekli ve yerleşik karakteri bozulmaktadır. Şehirlere doğru sürüklenen bu insanlar, kapitalist pazarın birer tüketici unsuru, sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü haline gelmişlerdir; üretici durumda iken bir anda tüketici durumuna düşürülmüş ve hayat standartları düşürülerek yoksullaşmışlardır. Yoksullaşmaları, siyasi ranta dönüştürülmüş, bir paket makarna ile bir çuval kötü kömüre mahkûm edilen bu insanların oyları yıllarca ipotek altına alınmıştır. Bu şekilde şerefli bir halk olan Kürt halkının şerefiyle alay edilmektedir.
Baskı, imha ve tehcir tedbirleriyle Kürtleri tasfiye etmeyi başaramayan sömürgeciler, barajlar aracılığıyla Kürdistan coğrafyasını parçalayarak egemenliklerini pekiştirmek istemektedirler. Sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın yeni silahı barajlar, hidroelektrik santralleri ve sulama göletleri olmuştur.
Kürt dilinin karşı kaşıya olduğu tehlikeye geçmeden önce, tarihte şehirli Kürt ile köylü Kürt ilişkisine de kısaca değinmem gerekir. Osmanlı’dan Cumhuriyete hatta 1960’lı yılların sonuna kadar Kürtler, köylü bir halktı. Her köylü milleti gibi, köylü Kürtler de muhafazakâr ama ulusal değerlerine sahiptiler. Şehirliler ise kendilerini, köylülerden farklı ve üstün göstermek için Türkçe konuşmayı tercih ediyorlardı. Kemalistler, köye ulaşmak, Kürdü Türkleştirmek projesi olan Halkevleri-Halkodaları, Kürt köylerinin dağınık ve ulaşılması güç bölgelerde bulunması, projenin başarısını engelledi. Ardından başlatılan eğitim seferberlikleri, yer yer başarılı olsa da yine istenilen sonucu veremedi. Bütün bu çabalara rağmen Kürt köylüsü, Kürt halkının milli ve ulusal değerlerini kurumayı başardı. Kürt köylüsünün bu direncini kırmak, devlet için her zaman öncelikli hedef olmuştu. 1990’larda şiddetlenen Devlet-PKK çatışması, devlete, Kürt köylüsünden kurtulma imkânını sağladı. Sivrisineklerle uğraşılacağına, bataklığı kurutmak mantığıyla hareket eden devlet, bir yandan yukarıdan anlatıldığı gibi Kürdistan’ın ekolojik dengesini bozarken, öte yandan Kürt köylerine zorla boşaltmayı dayattı, dayatmanın özellikle asimilasyona en dirençli olan dağ köylerinde başlatılması nedensiz değildir. Türkiye Kürdistan’ın da Kürtçenin tehdit altına girmesi, yok olmayla karşı karşıya kalması, bu tarihten sonra başlar. Şehirlerde, çarşıda, pazarda hâkim dillin Türkçe olması ve ulusal bilincin de zayıf olması, Kürtçenin asimilasyonunu hızlandırdı. Çok değil bundan yirmi yıl önce bir araya gelen Kürtler, Türkçe ile başladıkları konuşmalarına kısa bir süre sonra Kürtçe ile devam ederlerdi. Günümüzde ise, iki bilinçli Kürt, Kürtçe ile başladıkları konuşmalarına farkında olmadan kısa bir süre sonra Türkçe devam ederler. Yirmi ve daha alt yaştakiler ise hiç Kürtçe bilmemektedirler.
Dil yasakları insanlığa karşı işlenmiş suçtur.
Her dil; insanoğlunun doğa ile yaptığı mücadelenin ürünüdür, kaybolan her dil ise insanlık hazinesinin bir kaybıdır. Kim bilir kaybolan bu dillerde “seni seviyorum” ne güzel söylenirdi ve ağıtlar ne acı yakılırdı. Kaybolmaya yüz tutmuş Trabzon Rumcası üzerinde çalışan ve bu dilde “Trabzon Romeikası Sözlüğü”nü yayınlayan Vahit Tursun’un çalışmasına danışmanlık yapan ve önsözünü yazan Oxford Üniversitesi Modern Yunanca Emeritus Profesörü Peter Mackridge sözlüğün önemini şöyle ifade etmiştir: “Karadeniz Rumcası şu anda tehlikede olan yani yok olma tehdidi altında bir dil olarak tasnif edilmektedir. Her bir dilin dünyayı görme ve hissetmeye dair kendine özgü̈ bir yolu vardır, Dolayısıyla dünya dillerinin toplamı, insanlığın toplam tecrübesine eşittir. Karadeniz Rumcası bütün bir kültürün açıklayıcısı, hissiyatı, bilgisi, bakış̧ açısı ve fikriyatıdır. Bu kültür Karadeniz dışındaki Helen kültüründen çarpıcı biçimde farklıdır, ancak Türkiye’nin geri kalanındaki kültürden de farklıdır. Tehlike altındaki bir dil, tehlike altındaki bir tabiat varlığı gibidir; bir dil yok olduğunda, insanlık kültürünün zengin çeşitliliği ve tecrübesi azalır ve fakirleşir, tıpkı tabiatta bir tür yok olduğunda tabiatın çeşitliliğinin azalması gibi. Tüm bunlar Vahit Tursun'un sözlüğünün zamanlamasının ne kadar yerinde olduğunu açıklıyor sanırım. Bu eser, bölgenin çok kıymetli Rumca söz varlığı ve gramer hazinesini muhafaza edecek ve halen konuşabilenlerin bu dili bütün tafsilatıyla kullanmayı sürdürmelerini teşvik edecektir.”
Dilin önemi herkesçe bilinmesine rağmen bugün Türkiye’de asgari otuz beş milyon insanı temsil eden Kürtçe, Çerkesçe, Lazca, Pontosça, Arapça, Ermenice, Asurice, Yahudice ve diğer mazlum dilleri özgürce konuşmak, yazmak ve yayın yapmak yasaktır. Bu, bir dil jenosidi ve apaçık bir terör faaliyetidir. Binlerce yıl önceki ilkel topluluklarda bile olmayan bu yasak, ayrıca bir insanlık ayıbıdır ve BM. tarafından insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamındadır.
Dil konusunda ne yapmalıyız?
Kürt dili, dünyanın en eski ve en zengin dilleri arasında yer almaktadır, bunu ben söylemiyorum, bilimsel kaynaklar söylüyor. Dünyaca tanınmış dil dergilerinden Le Français Dans Le Monde; 335'inci sayısında yayımladığı “Dünyanın En Etkili ve Zengin Dilleri” listesinde, resmi dil olmamasına rağmen binlerce dil arasından Kürtçe'ye 31. sırada yer verdi." Dünyada 6.000 dil olduğu bunun 3.000 inin doğal asimilasyon sürecinde yok olduğu ya da yok olmakla yüz yüze olduğu konuşuluyor. Böyle bir ortamda Kürtçe'nin dünyaca tanınmış bir dil dergisinin sıralamasında 31. sıradan yer bulmuş olması önemlidir. Peki, böyle zengin bir dilin, sırf asimilasyon uğruna kaybolmasına göz yumak, insani değerler için utanılacak bir durum değil midir? Türkçeyle birlikte okullarda eğitim dili olarak Kürtçenin öğretilmesi, Türkiye halklarına kazandıracakları değerleri bir düşünsenize….
Fakat bu zengin dili günümüzde başka bir tehlike, oldukça da sinsi bir tehlike beklemektedir; o da şehirleşmedir. Kapitalizm, Kürdistan’a çok yakın bir zamanda (1960’lardan itibaren) girdiği için, Kürtler ’de şehirleşme yakın bir dönemde ama oldukça hızlı gerçekleşmiştir. Bu hızlı şehirleşmeye 1990’ların köylerin zorunlu boşaltılması da oldukça etkili olmuştur. Hızlı şehirleşmenin Kürtler üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri olduğu açıktır. Bir yandan asırlardır Kürtleri bağlayan geleneksel yapıları yıkarak, Kürt bireyin, bireysel bazda da olsa özgürleşmesini sağlayarak, uluslaşmanın önünü açmıştır, diğer yandan şehre egemen olan Türk dili ve kültürünün etkisine maruz kalarak, Kürtçenin konuşma ve kullanma dili olmasını engellemektedir. Konu hakkında Kürdistan Komünist Partisi’nin Genel Başkanı, S. Çiftyürek’in, “Herkes için geçerli olan Kürtler için geçerli değil” başlıklı makalesi oldukça anlamlıdır. Çiftyürek bu makalesinde şunları yazmıştır:
“Bütün uluslar kendilerinden önceki ulusların izlediği yolu izlemiştirler. Zira ulus olmanın, ulus devlet olmanın başka bir yolu yoktur. Ulus devlet demek, burjuva (kapitalist) bir yol izlemek demektir. Şehir kültürünü kabul etmek, o yönde yürümek demek, bu alanda kurulu olan piramidin daha üstünde bir yer tutmak için çabalamak demektir.
Kürtlerin de bu yola girmeleri kaçınılmazdır, zira ulus olmak tam da budur. Lakin Kürtler açısından farklı olan bir husus mevcuttur ve bu hususun mevcudiyeti Kürtlerin varlık koşullarını ortadan kaldırma potansiyeli taşımaktadır. Kürtlerin şehir kültürüne entegre olması, Cezayirli ya da Filistinlilerin şehir kültürüne entegre olmalarına benzemiyor. Örneğin bir Filistinli şehir Kültürüne entegre olduğunda İsraillileşme riski taşımıyor. Lakin Kürtler için durum böyle değil. Kürtlerin şehir kültürüne entegre olmalarının karşılığı, her geçen gün daha fazla Türklüğe entegre etmektir. Zira bu coğrafyada şehir kültürünü temsil eden Türklüktür. Kürtler şehirlere entegre oldukça Kürtlük deforme olmakta, Kürtlerin şehirlerle bağı güçlendikçe Türklükle olan bağladı da güçlenmektedir. Geçmişte Cezayir’de şehirli olmanın karşılığı Fransız olmak değildir. Bugün Filistinli için şerhli olmanın karşılığı İsrailli değildir ama Kürtler açısında şehirli olmanın karşılığı Türklüktür.” Ve tehlike her geçen gün artarak devam etmektedir.
Bu tehlikenin farkında olan ve aralarında Kürdistan Komünist Parti’nin de (KKP) olduğu 9 Kürt partisi, 10-11 Kasım 2018 tarihinde “Bugün anadilimiz yarın milletimiz” sloganıyla Diyarbakır’da bir çalıştay düzenlemeleri oldukça olumlu bir gelişmedir. “Kürt Dili Platformu” oluşturan bu partiler, çalışmalarında Türkiye’de bir sonuç alamazlarsa, sorunu Birleşmiş Milletler (BM) gündemine taşıyacaklarını açıklamışlardır. Konu; “insan hakkı ihlali”, “azınlık hakkı ihlali”, “çocuk hakları sözleşmesinin ihlali” başlıkları altında BM gündemine taşınacak. Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) daha önce Kürtçenin Kırmanckî (Zazaca) lehçesini “Tehlike Altındaki Diller Atlası"na almasından hareketle UNESCO’nun bir bütünen Kürtçe için harekete geçirilmesi hedeflenmiştir. Diller serbest ve resmi statü kazandığı ve devlet güvencesi altında olduğu zaman gelişebilir, yaşar ve korunur. Anadili yasak olan halk ve uluslar resmi dil ve devlet organizasyonuna sahip olmazlarsa zamanla asimile edilen dilleri yok olmaya başlar. Bu Kürtçe içinde geçerlidir.
Kürt diline ilişkin taleplerini görüşmek üzere Ankara’da bir dizi faaliyetlerde bulunan Kürt Dil Platformu Sözcüsü Şerefhan Cizîrî, Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi için siyasi partiler nezdinden girişimde bulunurken, Kürt halkına şöyle seslenir; “Ben Kürdüm diyen herkes Kürtçe bilmelidir. Yaşamın her alanı Kürtçe olmalıdır” diyecektir. Bu önemli ve olumlu girişimi, her Kürdün, her demokratın ve ben insanım diyen herkesin mutlaka desteklemesi gerekir.
Gelinen aşamada dil konusunda yasakları delmek, Kürtler için sorun olmamalıdır. Devlet eğitim için okul tahsis etmiyorsa, her ev bir okula dönüştürülebilir. Bireyler, hayatın her alanında ister telefonda, ister fiziki temaslarında, sokakta, kahvede evde, hastahanede, isterse facebookta, olsunlar aralarında mutlaka anadilleriyle konuşmalı ve yazmalıdırlar. Kısaca dil konusunda inisiyatifi Kürt halkı mutlaka ele almalı, devlet yasağını işlevsiz kılmalıdır. Devlet yasağı işlevsiz kaldığı oranda, Kürt halkı da özgürleşir. Konu hakkında Spinoza şöyle der; “Bizim için olup bitenler dış nedenlerle belirlendiği ölçüde köleyiz ve biz kendi kendimize karar verdiğimiz ölçüde özgürüz.” Evet, özgürlük kendi ellerimizdedir. Yeter ki bireyselliği bırakıp, toplumsal hareket etmeyi başarabilelim….
Hüsnü GÜRBEY
*1,-Serhat Arslan, Kürdistan’da Doğa/Ekoloji Katliamı, Toplum ve Kuram, sayı: 9, Bahar 2014
Bu makale Sosyalist Mezopotamya Dergisinin Eylül 2020, Sayı: 8’de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder