DEPREM GERÇEKLİĞİ VE YENİ YAŞAM ARAYIŞLARI:
Hep söylenir “deprem öldürmez, çürük bina öldürür”. Doğru bir sözdür, binayı çökerten, doğru-dürüst mühendislik hizmeti almayan ve kullanılan kalitesiz malzemedir; kalitesiz malzemeyi kullanmaya müteahhitti sürükleyen ise, yüksek kâr ve kazanç hırsıdır. Konuta ihtiyaç duyuldukça ve onu yapacak yüklenici oldukça, kazanç ve kâr hırsından dolayı çürük yapılar yapılmaya devam edilecektir.
O halde ne yapılmalı?
Konut bir ihtiyaç ise—ki öyledir—onu bir pazar metaasından/malından çıkarmak gerekir. --Tabii ki kapitalist sistem de bunu başarmak çok güçtür, zira kapitalizm her şeyi metaaya dönüştürerek, pazardan alınıp-satılan ürün haline getirir-- Başka bir ifadeyle, mademki konut bir ihtiyaçtır, onu pazar ürünü olmaktan çıkarılmalıdır. Konutun pazarı olmamalıdır.
Bunu başarmak mümkün mü?
İnsanlığın geçmiş deneyleri, geleceğine dair fikir yürütmemize önemli veriler sağlar. Urfa-Göbeklitepe’yi temel alırsak insanlık on ikibin yıldan fazladır, konutlarda barındığını biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, insanlar barındıkları konutlarında, ne deprem dolayısıyla ve ne de başka bir afet nedeniyle ölmediler. Anadolu’yu gezenler, eski yerleşim yerlerinin, bulundukları ovaya hâkim yamaç eteklerinde kurulduklarını görmüşlerdir. Böyle bir yerleşim yeri elbette ki sebepsiz değildir.
Ev, sadece bir korunma ve barınma alanı değil, aynı zamanda bir yaşam ve üretim alanıdır.
Oysa apartmanlar, onların içine yerleştirilen daireler, birer barınma ve korunma alanları olsalar da yaşam alanları değildirler; birer tüketim nesneleridirler. Her apartman dairesinin, içi beyaz eşyalarla, gereksiz mobilyalarla, içleri dolu dolaplar ve raflarla dolu birer tüketim nesnesidirler. Bunların hiçbirisi insana mutluluk veren nesneler değildir, üstelik çoğu kullanılmadan eskitilir.
Ne kadar çok eşyanız olursa o kadar çok onlarsız iş göremez hale gelirsiniz ve hayatınız kısıtlanır, bu nedenle fazla ve gereksiz eşyadan kaçınmak gerekir, çünkü insan doğasına aykırıdırlar. Fazla mal ve eşya üstünlüğün belirtisi değil, yetersizliğin belirtisidir.
Apartman yaşamı aynı zamanda insan özgürlüğünün kısıtlandığı ve üretimden koptuğu alanlardır. Modern insan doğal (ilkel) insanın sahip olduğu özgürlüklere sahip olmasa da, arayışını sürdürmektedir. Apartmanlar ise özgürlüğünü kısıtlamıştır, herkes gözetim altındadır, yaşam tek düzeylidir ve buna da uyulması istenir. İnsani ilişkiler ise en alt seviyededir, komşusunu izler ama onun yaşam koşullarından habersizdir, karşılaşırsa bir selam ya verir ya vermez kadar da ilgisizdir. Bu haliyle apartman hayatı, kapitalizmin insana dayattığı en berbat yaşam biçimlerinden biridir.
1960’lı yıllarda, kibar, utangaç, yaşamdan bihaber yaşayan bir gençle karşılaştığımızda ona, “apartman çocuğu” diyerek dalga geçerdik, şimdi bizler apartman çocuğu olduk. Tez elden bundan kurtulmak gerek.
Kırdan kentte göçün yoğun yaşandığı ve nüfusun hızla arttığı Türkiye gibi ülkelere, müteahhitlik çok karlı bir meslek olmaktadır. Apartmanların altı dükkân olarak değerlendirilmektedir, hele konumu uygunsa bu dükkânlar sahiplerine muazzam paralar kazandırmaktadır. Oysa apartmanların altları, ortak yaşam alanları olmalıdır. Orada çocukların oynadıkları, apartman sakinlerinin toplandıkları ve kaynaştıkları alanlara dönüştürülmelidir.
Hayatın tadını çıkarmak için yeterli bir yaşam alanı, temiz su ya da hava kadar elzemdir. Ne kadar konfor sağlarsa sağlasın apartmanlar, insanların yaşamasına uygun alanlar değildir. İnsanları, kümes hayvanları gibi bir alana tıkatmak onların doğalarına aykırıdır. Hayvanlar barınır, insanlar ise yaşarlar.
İnsanlar dünya üzerinde binlerce çeşit şekilde ikamet etmişlerdir ve birbirlerinden değişik ev modelleri öğrenmişlerdir. Binlerce yıllık dönemde insanların yaşam yerlerini değiştiren faktör değişen genler ya da içgüdüler değil kültürler, tecrübeler ve düşünceler olmuştur. Hem korunan alan hem de yaşam alanı görünüşte üç boyutludur ancak aynı türde alanlar değillerdir, apartman ve ev farkı gibi. Bildiğimiz hiçbir bilim dalı ne sosyoloji ne antropoloji ne de tarih, bu iki alan arasındaki esas farkı tam olarak kavrayabilir. Korunan alan ile yaşama alanı arasındaki farkı anlamanın yolu, geleneksel değerlerin korunması ve kıtlık varsayımına kararlı ve disiplinli bir şekilde karşı çıkmaktan geçer. Bu iki alanı da doğruca ifade edebilecek bir dil bulmadan geleneksel ev alanı arayışı ile barınan insan modeli arasındaki farkı anlatmak politik açıdan etkili olmaz.
İnsanlara yaşanabilir evler ve bu evlerin arkadaki küçücük bahçelerinde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar üretim yapmalarını sağlayacak alanlar temin edildiğinde, doğayla barışık, üretimle iç içe, geleceğinden kaygı duymayan yeni nesiller yetiştirmek mümkündür. Bunun için insanlara küçük bir kamu—mühendislik-mimarlık—desteği sunmak yeterlidir.
Konutun eve dönüştüğü anda, apartman inşaatçılığı da kârlı olmaktan çıkacaktır. İnsanlar bir yandan evlerinde mutlu yaşarken, öte yandan depremin neden olduğu hareketlenmeyle tektonik bir tabakanın yerleştiğine dair duydukları sevinçle, komşularıyla birlikte kutlayacaklardır.
2. 11. 2020
Hüsnü GÜRBEY.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder