TOPLUMUN KANAYAN YARASI, KADIN SORUNU (II):
İkinci yazıyı da, yine kadın sorununun kadınların, inançlı ve kararlı duruşuyla çözüleceğine dair inancımı koruyarak yazmaya devam edeceğim. Bunun nedeni ise, insanlar kendi sorunlarının farkında olduklarında ve kendileri çözmeye kalkıştıklarında özgürleşirler. Bilinçlenmek, özgürleşmenin ilk adımıysa, çözümü başkasından beklemek de, bağımlılığın nedenidir, bunun bir adım ötesi ise itaat demektir. Sorgusuz itaat, tam köleliği getirir. Dolayısıyla “çok diren, az itaat et” kadınların öncelikli sloganı olmalıdır; yoksa özgürlük ebediyen kaybolup gider.
Sorunun temelinde mülkiyet ve paylaşım sorunu vardır. Tarihte kadınlar ne zaman özgürlüklerini kaybettiler, mülkiyet haklarını erkeklere kaptırdıkları zaman. O halde özgürlük arayışları da, haklarını kaybettikleri zeminde başlanmalı, yani yeniden ekonomik özgürlüklerini kazanmaları gerekir. Kadınların kâğıt üzerinde ekonomik özgürlüklerini kazanmasına dair bir engel yoktur, ama fiiliyata sorun da burada başlar. Asırlardır, bilinçaltına öyle bir algı yerleşmiş ki, hiçbir erkek karısının çalışmasını ve kendinden daha yüksek bir gelire sahip olmasını istemez. Çünkü ekonomik özgürlüğünü kazanan kadının, özgür birey olacağını, özgür bireyinde körü körüne itaat etmeyeceğini çok iyi bilir. Bundan dolayıdır ki, erkek egemen toplumlarda kadınların ev dışında çalıştırılmaması için büyük çaba harcıyorlar, yoksulluğu, açlığı, çalışmaya tercih ediyorlar. Bu zihniyetin parçalanması gerekir, bunun içinde ideolojik ve politik mücadele gerektirir. Bu yapılıyor mu? Doğrusu bundan kuşkuluyum. Düşünceme göre, Türkiye’de Kadın Örgütleri, sorunu yanlış yerde arıyorlar, yer yanlış olduğu için de çözüm bulunamıyor.
Şu tespit baştan yapılmalı, erkek egemen toplumlarda özgür aşk denilen bir algı yok. Kadın birey olmadığı için—tabii ki azınlık bir kesim hariç-- özgür değildir, Özgür olmayan kadının kendi bedeni üzerinde bir hakkı yok, buna karşın, bir sahiplenme var. Hem de nasıl bir sahiplenme, en alttan en üste kadar, dudak uçurtan cinste. Siz bakmayın eş dediklerine, eş yoktur, koca var, kocaların da avratları… Sahiplenme önce aileden başlar, onu cemaat/aşiret vb. izler, onların üstünde din, dinin üstünde de devlet. Bir hiyerarşik yapı içinde bunların hepsi kadın üzerinde bir hakka sahiptirler. Bu sahiplenme sırasıyla politiktir, ideolojiktir, ekonomiktir; sonucu ise, tacizdir, tecavüzdür ve nihayet cana kasıttır.
XIX. yüzyılın Fransız libertelerinden, Marquis De Sade, aşkı yorumlarken; fiziksel aşkın doğal bir tutku olarak tatmini, evlilik bağlarıyla, sahte iffetlilikle, hatta bencil ve sadece tek kişiye yönelen aşkla--buna “ruhun çılgınlığı” der—bağlanmamalıdır. Ve kendi tam eşitlik doktrinine uygun olarak, kadınların eşit fırsata sahip olmalarını ve kendi arzularını tıpkı erkekler gibi tatmin etmelerini isteyerek şunları yazar:
“Özgür kişi üzerinde hiçbir sahip olma edimi uygulanamaz; bir kadına sahip olmak tıpkı kölelere sahip olmak gibi adaletsizdir; bütün insanlar özgür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Bunu asla unutmayalım. Sonuç olarak bir cinsin bir diğerine tamamen sahip olmak gibi meşru bir hakkı olamaz ve hiçbir cins ya da sınıf bir diğerine özel olarak sahip olmaz.” (*1)
Bütün sorun bu sahiplenme olayı nasıl çözülecektir. Erkekleri ikna etmek, aileyi eğitmek en kolayıdır. İnsanları, zorla değil, ikna yoluyla kazanmak kalıcı sonuçlar doğuracaktır. Sorun, devlet ve devletin ideolojik ve politik baskı araçlarıdır. Bu araçların demokratikleştirilmesi, kadınların kararlı duruşları belirleyecektir. Kadınlar kendilerini yönetmeye alıştıkça, bütün bu zorlayıcı kurumlar gereksizleşecek ve geçmişte kalacaktır.
Sanayisi çarpık, şehirleşmesi gecikmiş, kapitalist ilişkiler bir türlü rayına oturmamış, demokratik laik bir eğitim alamamış toplumlarda, cinsel açlık var; toplum tatminsiz ve mutsuz. İnsanların, bedensel ve tinsel bütünlüğü, cinsel tatminlikten geçer, en azından psikologlar böyle diyor. Ancak mutlu insanlar, kendileriyle ve çevreleriyle uyum içinde olurlar. Cinsel hazdan bihaber, tatminsiz olanlar, mutlu olmayan, sorunlu, asabi toplumlardır. Her türlü cinsel sapıklığın, taciz ve tecavüzün ve hatta öldürmelerin bu toplumlarda görülmesinin en önemli nedeni budur. En çok çocuk istismarlarının görüldüğü ülkeler neresidir dersiniz? Söyleyeyim, kadının bireyleşmediği, özgür ilişkilerin yasaklandığı, aşkın tabu ve günah sayıldığı ülkelerde. Bu ülkeler neresi, bütün Ortadoğu ülkeleri ve bunların hepsi de İslam…
Çözüm aranırken bakılacak en güzel yer doğadır; çünkü her şey orada kodlanmıştır, hem de devletin ve dinlerin yasalarından daha güçlü ve daha adil olarak. Çünkü doğa birleşik bir sistem, bir gizli ilişkiler ağıdır ve insan onun merkezinde yer alır. Bu nedenle insan doğadan ayrı olmayıp, onun bütünleyici bir parçasıdır. Ayrıca, doğanın görünür kaosunun ardından, evrensel yasaların yönettiği temel bir uyum ve doğal bir düzen vardır. Evrensel yasaların kavranması, “insan türünü bolluğa, tensel hazlara ve küresel birliğe” götürecektir.
O halde sorun, erkek sorunu gibi görünse de, erkekleri aşıyor, onlar, tetikçi de olsalar, birer zavallıdırlar. Öyle yetiştirilmişler, öyle biliyorlar, öyle görmüşler ve öyle yapıyorlar. Onları, buna zorlayan sistemle hesaplaşılmalıdır. Sistemle hesaplaşmak, devletin baskıcı ideolojik ve politik kurumlarını hedefleyen, örgütlü siyasal mücadelen geçer. Dolayısıyla zorlu ve çetin bir mücadele olacaktır, ancak, bu mücadelenin sonucu da kadın özgürlüğünü belirleyecektir. Nietzsche çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Neysen o olmalısın” sözü her bireyin kendi sınırlarına ulaşması, bütün potansiyelini bir yaratıcı irade eylemi olarak gerçekleştirmesi için yapılan bir çağrıdır. “Neysen o olmak”, yeni, eşsiz, benzersiz, kendi yasalarını kendi yapan, kendi kendisini yaratan kişiler olmak demektir. Başka bir ifadeyle kadınlar, kendi kendilerini yeniden yaratacaklar mı veya küllerinden yeniden doğacaklar mı?
Özgür olmayı istemek; özsaygıyı ve kendine olan özgüveni kazanmak demektir. Özgürlük için verilecek mücadele, özgürlüğe ulaşmaktan çok daha önemlidir ve bir o kadar da onurludur. Bu uğurda çok ağır bedeller ödenebilir ve belki kısa dönemde bir başarı da kazandırmayabilir, ama açacağı yol, gelecek kuşaklara umut olacaktır ve bu umut, bugünkü kazanımlar kadar önemlidir. İnsanlık, tarih boyunca bütün kazanımlarını aşamalı mücadelelerle kazanmıştır/kazanmaktadır.
Tarifi asla yapılamayan “ÖZGÜRLÜK” gibi ulvi bir değer için mücadeleye etmeye değmez mi?
2021 yılı kadın mücadelesinin ve kazanımlarının yılı olsun…
8.01.2021
Hüsnü GÜRBEY.
(*1)Peter Marshall: Anarşizmin Tarihi; çev: Yavuz Alogan. İmge kitabevi. Ankara, 2019. s, 222
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder