MARAŞ KATLİAMINDA KIZILBAŞ/ALEVİLER NASIL DERSLER ÇIKARTMALI, NE YAPMALI?

 

MARAŞ KATLİAMINDA KIZILBAŞ/ALEVİLER NASIL DERSLER ÇIKARTMALI, NE YAPMALI?

19-26 Aralık Maraş katliamı, insanlık tarihinin bir yüz karasıdır ve Dersim soykırımından sonra Kızılbaş/Kürtlere dayatılan ikinci büyük soykırımdır. Kızılbaş/Aleviler bunu iyi değerlendirmeli ve iyi dersler çıkarmalıdır; şayet bundan dersler çıkartılmazsa, Maraş olaylarının gelecekte de tekrarlanamayacağının garantisini hiç kimse Alevilere veremez.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi tekçi zihniyet üzerinde kurulmuştur, tek etnisite, tek dil, tek inanç vs. uzanıp gider; burada çoğulculuğa ve Batı anlamında bir demokrasiye yer yoktur. Farklı etnisite, dil ve inanç sahipleri, asimilasyona uygunsa içine alır ve kendi içinde eritir, uygun değilse—Kürt/Kızılbaşlığı gibi—onu ötekileştirir, düşmanlaştırır, baskı uygular, göçe zorlar vs. araçlarla onu kontrol edilebilir seviyede tutar. Bu politikanın bugünde değiştiğini söyleyemeyiz;  Cumhuriyet, çoğulcu bir yapıyı bugünde kabul etmemektedir, üstelik asimilasyon, daha önce hiç yaşanmadığı kadar, sert ve acımasızca uygulanmaktadır. Kızılbaş/Kürt çocukları, AİHM’in kararlarına rağmen 4+4+4 sistemiyle okullarda zorunlu din derslerine tabi tutmakta, namaz kılmaya ve oruç tutmaya zorlanmaktadır. Kızılbaş/Kürt köylerine hizmet karşılığı cami yapılması dayatılmakta, Cemevlerine statü tanımak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı devlet memuru Dedeler yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Öte yandan bazı Alevi kurumları da, Aleviliğin, farklı bir inanç olmadığını, İslam’ı bir yorum olduğunu öne sürerek bu asimilasyon hareketine çanak tutmaktadırlar.

Sözün özü, Kızılbaş/Alevilik bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır, önlem alınmasa kırk-elli yıl sonra Alevilik, belki olacaktır, ama içi boş bir isminden ibaret kalacaktır.

Ne yapılmalı, nasıl önlem alınmalıdır?

Alınması gereken en acil önemlerden biri, Alevilerin, toplu mekânlarda birlikte oturmaları ve yaşamaları olmalıdır. Oluşturulacak mahallelerde (getolarda) birlikte yaşam, aynı zamanda öz-savunma, öz-güven ve öz-bilincin oluşmasını sağlayacaktır. Bu içe kapanmanın ötesinde, korunma/savunma refleksinin bir gereğidir.

Savunmasız azınlık toplulukları kendi dâhili sınırlarında zamanda ve mekânda tahkim edilmiş, çekirdeğini, manevi ve toplumsal inançsal değerlerini, dâhili egemen çoğunluğa karşı korumak için çok zaman içe doğru büzüşme ya da kapanma yaşanır. Buradaki kapanma o kadar kuvvetlidir ki, egemen çoğunluk ne kadar muktedir olursa olsun bu kapanmayı çözemez ve dâhili sınırların içini hiçbir zaman göremez. Tarihte bunun örneklerini Yahudi toplumunda görmekteyiz. Yahudi toplulukları binlerce yıl uyruğu oldukları devletlerde hep kendi gettolarından yaşamayı başardılar; hiçbir zor bu topluluğun iç dünyasına giremedi, göremedi, çözemedi; bir Yahudi topluluğunun o yerdeki tüm varlığını ortadan kaldırabilirsin, fakat çekirdeğini ele geçiremezsin. Yahudiler binlerce yıl kendi gettolarında yaşadılar, ama kendilerini hiçbir zaman kendi evlerinde ve yurtlarında hissetmediler. Yurt, vatan duygusu her Yahudi’nin bilincinde ve bilinçaltında bir utku olarak hep var oldu. Ve kısacası egemen çoğunluğun zorbalığı karşısında toplumsal bir teşekkül olmayı başaran topluluklar sağlıklı topluluklardır demek zor, ama bir teşekkül olmayı başaranlar zamanda ve mekânda dağılmadan, içe doğru çökmeden, kendi kendisiyle yaşamakta belli oranda tat ve güç alarak yaşamayı başarmışlardır.

Baskı ve asimilasyon sürecinde bir teşekkül olarak yaşamayı başaran toplulukların çok ciddiye almamız gereken bir özelliği var; kendi oluşlarına (ontolojilerine) duydukları öz-güvenden kaynaklanan bir öz-bilincin varlığıdır. Bu öz-bilinç yara aldığında dâhili sınırlar zayıflar ve zamanla çöker. Yahudi topluluklarında bu öz-bilinç o kadar kuvvetliydi ki, Hitlerin zulmü ve toplama/ölüm kampları bile Yahudilerin bilinçlerindeki gettoları yıkamadı. Bu anlamda toprağın, yaşam alanlarının ilhakı ve işgali asimilasyonun ilk aşaması olurken, o topluluğun öz-bilincinin ilhak ve işgal edilmesi de asimilasyonun ikinci ve en zorba aşamasıdır. Toplulukların öz-bilinci ve ontolojik sebeplerine duydukları inanç ve güven o toplulukları bir teşekkül haline getirir; zor ve zorbalık karşısında bir teşekkül olmayı başaramayan toplulukların öz-direngenlikleri zayıflar ve dâhili sınırları aşırı geçişken ve korumasız kalır. Egemen çoğunluk karşısında bir teşekkül olamayanlar ya egemenin çanakçısı/has adamı olur ya da düşkünleşmiş bir kalabalıklar haline gelir. Topluluklarda oluşan öz-bilinç aynı zaman o topluluğun direnme eksenidir ve bu öz-bilinç o topluluğun insan olma çekirdeğini oluşturur; bu çekirdek çözüldüğünde geriye sadece insanda acıma ve bulantı duygusu uyandıran şeyler kalır.

Toplu mekânlarda birlikte yaşamaya verdiğimiz önem sadece öz-güveni, öz-savunmayı ve öz-bilinci oluşturmakla kalmaz, ortak yaşamın gereği olarak ortak üretim alanının oluşmasını da zorunlu kılar. Buradan toplum, eğitim sorumluğunu da üstlenerek, çocukların hem kaliteli bir eğitim almalarını, hem de devlet okullarından dayatılan asimilasyoncu eğitimden korunmasını sağlarken, kitlenin de dayanışma duygularını güçlendirir.  Ortak yaşam alanlarının oluşturmanın faydaları bu kadarla da sınırlı değildir; inancın ayinlerinin işleyişiyle de yakından ilintilidir. Bilindiği gibi Cemevleri aynı zamanda aklanma evleridir. Kızılbaş/Alevilikte her birey musahibiyle birlikte içinde yaşadığı topluma karşı sorumludur ve yılda bir kez bu toplum tarafından aklanması gerekir; aklanmayan düşkün durumuna düşer. Bugün Büyükşehirlerdeki cemevlerinden birbirini tanımayan, birbirleriyle hukuku münasebeti olmayan insanlardan musahipsiz olarak helallik istenmektedir; bu doğru değildir; doğru olan birbirini tanıyan ve hukuku ilişkileri olanların birbirinden helallik istemeleri olmalıdır. Bunu da ancak ortak yaşam alanlarında birlikte çalışan, birbirlerine hak ve emeği geçen ve birbirlerini tanıyan bir kitle oluşturulduğu zaman mümkün olur.

Toplu yaşamanın ve ortak yaşam alanlarının oluşturmanın en büyük kazanımı yukarıda belirtildiği gibi, toplumun öz-bilincinin oluşturulması ve geliştirilmesi olacaktır. Bu çok önemli bir kazanımdır, çünkü öz-bilinç, toplumu koruyan tek savunma silahıdır. Öz-bilinç oluşmadığı takdirde, o toplum sönük kalır, sinik yaşar. Sinik yaşamak zorunda bırakılan bir toplum, ancak egemen çoğunluğun merhametinden istifade edilmesine izin verilir, aksi durumda egemen çoğunluğun ayranı taşar; ötekinin gururlu yürümesi, başı dik durması egemen çoğunlukça büyük bir cüretkârlık olarak görülür, değerlendirilir ve sadakatsizliğinin cezası onlara ödettirilir.

Maraş’ta olan bundan ibarettir, dün köylerinde yaşayanlar, alt katmanlarda yer alanlar, “bizim” hoşgörümüzle yaşayanların bugün kamusal alanlarda başı dik dolaşmaları egemen çoğunluğun asabını bozmuştur. Nasıl olur da, Kızılbaş/Kürtler, esnaf olur, iş sahibi olur ve şehrin kaderi üzerinde söz sahibi olur?

Şu çok önemlidir, azınlık bir topluluk para ve mülk sahibi olabilir, ama asla iktidar ve güç sahibi olamaz. Bunu yine tarihte Ermeni ve Yahudilerde gözlemlemek mümkündür. Yahudiler yaşadıkları ülkelerde önemli başarılara imza attılar, büyük servetlerin sahibi oldular, ülkelerin hazinelerine vekillik yapacak kadar iktidara, krallara, tiranlara çok yakın oldular, fakat hiçbir zaman ne iktidar olabildiler, ne de iktidarın içinde yer alabildiler. Yahudi güçten yoksun bir servetin sahibi oldu, iktidarın aşağıladığı işleri yaptılar ve fakat ne iktidar ilişkilerinin ne de sömürü ilişkilerinin içinde öznel bir yerleri oldu. Ötekilerin yaşadıkları yerde sahip oldukları her değer egemen çoğunluğun hırsını, hıncını, kinini ve nefretini arttırmaktan başka bir şeye yaramadığını tarihte gördük. Azınlık olan varlığıyla zaten egemen unsurun gözüne batarken bir de iktidarın, servetin ondan olması o toplumu ayaklandırır.

Tarihte azınlığın varlığı, serveti, evi, canı, namusu her zaman yağmalanmıştır; çünkü o sınıf ilişkilerinin, iktidar ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin, kamusal yaşamın bir parçası olmamıştır. Bunu bütün benliğiyle arzulamasına rağmen olamamıştır; içinde olduğu ülkenin sınıf, iktidar ilişkilerinin ve kamusal hayatın içinde yer almayan bir servetin, zenginliğin, paranın, mevkiinin, kariyerin son kertede bir karış yalan olduğunun farkındadır. İçinde olmamak azınlığın/ötekinin varlığını rastlantılara açık hale getirir. Savunmasız, korunmasız bir toplumun serveti de, toplumsal statüsü de her zaman yağmalara açıktır. Kızılbaş/Kürt iş insanlarının bunu asla unutmaması gerekir, ya egemen çoğunluk içinde asimile olur erir gider ya da serveti hep tehdit altındadır. Biz bunu yukarıda sözü edilen Yahudiler’ de gördüğümüz gibi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerde de gördük, Sincar bölgesinde yaşayan Êzidi Kürtler’ inde de gördük. Ve en acısı Maraş’ta gördük…

Demek ki servet, mal, para ve mülk bizim için kurtuluş değildir, kurtuluş kendi özümüze dönmek, toplumsallaşmak ve öz-bilincimizi yeniden oluşturmaktan geçer.

Dün olduğu gibi, bugün de Kızılbaş/Alevilik gerici ve yoz bir zihniyetle karşı karşıyadır ve ona karşı direnmek zorundadır. Her direniş Kızılbaşları biraz daha özgürleştirir, inançtan kaçış ise, inancın sonunu hazırlar. Eğer inancımızı, kendimize ait değerler üzerinden yeniden inşa etmesek, bu gidişatı durduramayız. Yıkılmış, paramparça edilmiş, değersizleştirmiş bir inancı, kendi küllerinden yeniden diriltmek zorundayız; bu anlamda başta inanca vakıf sorumluluk sahibi ocakzadelere, aydınlara ve kanaat önderlere büyük görevler düşer.

Alevi inancının köklerine/derinliklerine inmek, yeniden keşfetmek, ne ve kim olduğumuzun bilincine varmak, cesaret, sağduyu ve direnmeyi gerektirir. Direneceğimiz, taviz veremeyeceğimiz bir öz-bilinci oluşturmalıyız ve bu öz-bilinç direnişin çekirdeği olmalıdır. Bu çekirdek son dayanak noktamızdır, arkamızdır, gücümüzdür. Bu çekirdek bizi yeniden öz-inanışımızla buluşturur, bu oluş sürecince inancımızı anlamaya, ona katkı sunduğumuz sürece bizi özgürleştirmeye götürür. Kızılbaş/Alevilik bizim geçmişimizdir, bu geçmiş bugün kendimizi aşağı görme kompleksimizin de nedenidir. Bundan kaçmaya denedik, kaçamayacağımızı öğrendik. Yeniden atalarımızın bize miras bıraktıkları inancımıza sahip çıkmak istiyorsak, öncelikle kendi kendimizde açtığımız yaraları ellerimizle, duygularımızla, bilincimizle tek tek dokunarak iyileştirmeliyiz. Yüzleşmek, acı da olsa bunu başarmalıyız. Kızılbaş/Alevi olmak bizim direnme hattımız, atalarımızın bize bıraktıkları mirastır.

Kızılbaş olmak aklımızın ve duygularımızın bilincimizin sınırlarını elbette çizmez, bizler daha geniş düşüneceğiz, evrensel olacağız. Sadece Kızılbaş inancını değil, sadece kendimizi değil, ezilmiş, ötekileştirilmiş tüm insanlığın gelişimine, geleceğine katkı sunacağız. Bu gücü, geçmişimizden, inancımızın özgürlükçü ve eşitlikçi özünden, insan-doğa sevgisinden alıyoruz, aldığımız bu mirası insanlığı ortak etmek Alevi olmanın da gereğidir. BAŞARACAĞIZ!!

15.12.2021

Hüsnü GÜRBEY.

NOT: Bu makale,14.12.2021 tarihinde Piryol’da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder