BİR CESUR YÜREK/OYA ERSOY:

 

BİR CESUR YÜREK/OYA ERSOY:

HDP vekili Oya Ersoy, 3 Şubat 2022 tarihin de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Bugün karşı karşıya olduğumuz yıkım, 500 yıl önceki Osmanlı yönetimini, 1500 yıl önceki dini toplum ilişkilerini ve 2 bin 500 yıl önceki Orta Asya masallarını yeniden kurma hayalidir.” ifadelerini kullandı.  Bu ifadeler gerici kesimleri oldukça rahatsız etti; “İslam’a hakaret olarak” değerlendirdiler ve kıyameti koparıyorlar.

Burada “İslam’a hakaret” söz konusu değildir, sadece, toplumu “o günkü zihniyetle yönetemezsiniz”, toplumu “o günlere geri götüremezsiniz” denilmektedir. 

Türkiye halkları olarak bu gerici zihniyetten çok çektik. Yeter artık!

Bir cesur yüreğin çıkıp bunu ifade etmesi gerekirdi.

O Cesur Yürek, Oya Ersoy’a nasip oldu.

Eski Yunanistan Başbakanı, Aleksis Çipras, mecliste yemin törenin de elini İncil’e basmayıp da havaya kaldırarak, ant içmesini hep özlemle anmışım.

 

Yüzyıla yakındır, Türkiye’nin laik bir ülke olduğu söyleniyor; ama Diyanet İşleri Başkanı’nın protokoldeki yeri her geçen yıl biraz daha yükseliyor; 52. sıradan 12. sıraya çıkartılıyor. Adli yıl dualarla açılıyor ve her gün çeşitli toplumsal konularda “fetva “ niteliğinde görüşler belirtiliyor.

Siyasi iklim de hızla değişiyor siyasi liderlerin hemen hepsi kendilerini dindar Müslüman olduklarını beyan ediyorlar, ağızlarından şükür kelimesi düşmüyor; kul hakkı deyip duruyorlar, kimdir kul?

Devlet daireleri ve kamusal alanlarda ibadet odaları açılmış, namaz kılmayan ve ramazan da oruç tutmayanların üstündeki baskı artıyor. 

İçki yasak değil, ama konulan ağır vergiler yüzünden içilemiyor, merdiven altına yönelen insanlar, her gün bir iki ölüyorlar.

Kamu ulaşım araçlarında öpüşen ve flört eden insanlara karşı ve evli olmayan öğrencilerin birlikte oturmalarına karşı planlı mücadele eylemleri tırmandırılıyor.

Devletin arkalarında olduğu muhafazakâr Müslümanlar, gitgide daha fazla kendi normlarını ve değerlerini dayatmakta kendilerini giderek daha serbest hissediyorlar.

Şerif Mardin’inde yazdığı gibi seküler kesim üzerindeki “mahalle baskısı”  artıkça, artıyor.

Bu gerçeklerin bilinmesine rağmen kimse itiraz etmiyor, ama bu gericileşmenin müsebbibi, topluma dayatılan geçmişin zihniyeti olduğunu söyleyen vekil suçlanıyor, öyle mi?

Haydi oradan!

6.02. 2022

Hüsnü GÜRBEY

 

 

 

 

ASGARİ ÜCRET Mİ, ASGARİ GEÇİM ENDEKSİ Mİ?

 

ASGARİ ÜCRET Mİ, ASGARİ GEÇİM ENDEKSİ Mİ?

Bir aydan fazladır, ülkenin gündemini meşgul eden asgari ücret, nihayet Cumhurbaşkanı’nın                16 12. 2021 tarihinde saat 15,30 sularında açıklanmasıyla son buldu.

Açıklayanlar rahattı, onlara göre asgari ücrette %50’ye yakın zam yapılmış ve emekçiler enflasyona ezdirilmemişlerdi.

Gerçekten öyle mi?

Emekçiler bu ücretle bir yıl boyunca rahat yaşayabilecekler mi?

İktidar sahiplerinin dışında, buna inanacak bir kimsenin çıkacağını sanmam.

Sanmam, çünkü ülkenin parası zaten dış para birimlerine karşı tutunamıyor.

Eskiden ayda bir olan hadise, şimdi dakikalar içinde değişiyor, TV’lere bakmak insanın asabını bozuyor…

Bir ülke düşününki, parası dış ülke para birimleri karşısında pul olmuş, onun da ötesinde güneş görmüş kar misali hızla eriyip yok oluyor.

Ülke, hızla emperyalist ülkelerin ucuz işgücü konumuna düşürülmek isteniyor; bunun anlamı “gönüllü koloni oluyorum” demektir. Şu ironiye bakın ki, buna itiraz edenleri ise, iktidar sahipleri “mandacı” olarak itham ediyorlar.

Tartışmalarda biz yurttaşlarda şaşkına döndük, kim kolonyalist, kim mandacı, anlamaktan güçlük çekiyoruz.

Fakat bir gerçek var: Ülkenin emek gücünü, işçilerini, düşük ücretle, yoksullaştırarak, dünya halklarının—emperyalistlerin-- refahı için gönüllü olarak çalıştırmak zorunda bırakmak. Ve bununla da Ekonomik Kurtuluş Savaşı’nı verdiklerini iddia etmek, buna kim nasıl inanır, merak ediyorum doğrusu…

Çin’i örnek aldıklarını söylüyorlar, ama unuttukları bir şey var; Çin’de emek ucuzdu, ama üretim devletin kontrolünde ve yeteri kadar yapılabiliyordu. İnsanlar düşük ücret alıyordu, ama ne aç, ne de açıkta idiler. Aynı koşullar Türkiye’de uygulamak mümkün mü? Keşke uygulanabilse, çok zor…

Şu da söyleniyordur; “halkımız tevekkülüdür, inançlıdır, sabırlıdır, sabır göstererek bu badirenin atlatılmasında bize yardımcı olur.”  Bu kısmen doğrudur, tencere ocakta piştiği sürece geçerlidir, ya sonra…

Külfeti emekçiye, işçiye, köylüye, bir bütün olarak halka yüklerseniz ve nimeti de azınlık bir kesim arasında paylaşırsanız, halktan sabır beklemeyin…

Kaldı ki, Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının, şanlı bir direniş geleneği ve sınıfının zengin bilgi birikimine sahip. Bugün bu imkânlarını kullanamıyorsa, tevekküllünden değil, örgütsel güçten yoksun oluşundadır.

Şu da düşünüyor olabilirler; “Türkiyeli işçiler ucuz emek gücü olarak” çalışmak istemiyorlarsa, hemen alternatifi var; Suriyeli ve Afganistanlı göçmen işçiler… Çok düşük ücretle bu insanlar çalışmaya razı.

Bu anlayış, düşünce düzeyinde dahi olsa, çok tehlikelidir, halkları birbirine düşmanlaştırır, onarılmaz yaralar açar…

 Ülkenin emek gücünü ucuzlaştırarak ve halkın satın alama gücünü düşürerek, dış piyasa ucuz ve çok miktarda mal satarak ülkeyi krizden kurtarmayı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Ülkenin sosyal, siyasal ve toplumsal yapısı buna izin vermez/veremez.

En başta ülkenin ekonomik konjonktürü buna uygun değildir, çünkü uzun yıllardır ülkenin üretimi dışa bağımlıdır, gerekli ara mallar, yarı mamul mallar, montajlanmak için dışarıda alındığı için dolar artıkça bu malların da fiyatlarına yansır, geriye tek bir ucuz işgücü kalıyor ki, oda bir yere kadar…

Türkiye serbest piyasa ekonomisiyle tanıştığı 1950’lerden itibaren, her dört-beş yıldan bir ekonomik krize, her on yıldan bir de ekonomik bunalımlara giriyor.

Bunun sebebini sormak gerekmez mi?

Gerekir ve ben söyleyeyim.

Ülke 1950’lerden beri yağmalanıyor. Yağmadan herkes öyle ama böyle nemalandığı için, hiç kimseden ses çıkmadı, ama şimdi yağmalanacak bir şey kalmadı. Öküz öldü, miras ortadan kaldı.

Artık asgari ücretle, işçileri, emekçileri oyalayamazsınız. Ülkenin gelir kaynakları, hakça ve adaletçe paylaşılmıyor, gelir seviyeleri arasındaki uçurum giderek derinleşiyor, milli gelirden pay alan en zengin %20’lik kesim ile en fakir %20’lik kesim arasındaki fark dünya sırlamalarının en üstlerinden geziniyor. Bu sürdürülebilir bir ekonomik politika değil.

Toplumda sosyal bir patlama istenmiyorsa, acilen asgari ücretten vazgeçmeli, işçilere, emekçilere, bir bütün olarak yoksul halkımıza asgari geçim endeksi uygulanmalı. Herkes yaşanabilir bir gelire kavuşmalı ve insanca yaşanmalıdır.

Halklarımız bunu çoktan hak etmişlerdir….

17.12.2021

Hüsnü GÜRBEY

Not: bu makale Rojnameya Newroz’da yayınlanmıştır.

 

 

 

MARAŞ KATLİAMINDA KIZILBAŞ/ALEVİLER NASIL DERSLER ÇIKARTMALI, NE YAPMALI?

 

MARAŞ KATLİAMINDA KIZILBAŞ/ALEVİLER NASIL DERSLER ÇIKARTMALI, NE YAPMALI?

19-26 Aralık Maraş katliamı, insanlık tarihinin bir yüz karasıdır ve Dersim soykırımından sonra Kızılbaş/Kürtlere dayatılan ikinci büyük soykırımdır. Kızılbaş/Aleviler bunu iyi değerlendirmeli ve iyi dersler çıkarmalıdır; şayet bundan dersler çıkartılmazsa, Maraş olaylarının gelecekte de tekrarlanamayacağının garantisini hiç kimse Alevilere veremez.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi tekçi zihniyet üzerinde kurulmuştur, tek etnisite, tek dil, tek inanç vs. uzanıp gider; burada çoğulculuğa ve Batı anlamında bir demokrasiye yer yoktur. Farklı etnisite, dil ve inanç sahipleri, asimilasyona uygunsa içine alır ve kendi içinde eritir, uygun değilse—Kürt/Kızılbaşlığı gibi—onu ötekileştirir, düşmanlaştırır, baskı uygular, göçe zorlar vs. araçlarla onu kontrol edilebilir seviyede tutar. Bu politikanın bugünde değiştiğini söyleyemeyiz;  Cumhuriyet, çoğulcu bir yapıyı bugünde kabul etmemektedir, üstelik asimilasyon, daha önce hiç yaşanmadığı kadar, sert ve acımasızca uygulanmaktadır. Kızılbaş/Kürt çocukları, AİHM’in kararlarına rağmen 4+4+4 sistemiyle okullarda zorunlu din derslerine tabi tutmakta, namaz kılmaya ve oruç tutmaya zorlanmaktadır. Kızılbaş/Kürt köylerine hizmet karşılığı cami yapılması dayatılmakta, Cemevlerine statü tanımak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı devlet memuru Dedeler yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Öte yandan bazı Alevi kurumları da, Aleviliğin, farklı bir inanç olmadığını, İslam’ı bir yorum olduğunu öne sürerek bu asimilasyon hareketine çanak tutmaktadırlar.

Sözün özü, Kızılbaş/Alevilik bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır, önlem alınmasa kırk-elli yıl sonra Alevilik, belki olacaktır, ama içi boş bir isminden ibaret kalacaktır.

Ne yapılmalı, nasıl önlem alınmalıdır?

Alınması gereken en acil önemlerden biri, Alevilerin, toplu mekânlarda birlikte oturmaları ve yaşamaları olmalıdır. Oluşturulacak mahallelerde (getolarda) birlikte yaşam, aynı zamanda öz-savunma, öz-güven ve öz-bilincin oluşmasını sağlayacaktır. Bu içe kapanmanın ötesinde, korunma/savunma refleksinin bir gereğidir.

Savunmasız azınlık toplulukları kendi dâhili sınırlarında zamanda ve mekânda tahkim edilmiş, çekirdeğini, manevi ve toplumsal inançsal değerlerini, dâhili egemen çoğunluğa karşı korumak için çok zaman içe doğru büzüşme ya da kapanma yaşanır. Buradaki kapanma o kadar kuvvetlidir ki, egemen çoğunluk ne kadar muktedir olursa olsun bu kapanmayı çözemez ve dâhili sınırların içini hiçbir zaman göremez. Tarihte bunun örneklerini Yahudi toplumunda görmekteyiz. Yahudi toplulukları binlerce yıl uyruğu oldukları devletlerde hep kendi gettolarından yaşamayı başardılar; hiçbir zor bu topluluğun iç dünyasına giremedi, göremedi, çözemedi; bir Yahudi topluluğunun o yerdeki tüm varlığını ortadan kaldırabilirsin, fakat çekirdeğini ele geçiremezsin. Yahudiler binlerce yıl kendi gettolarında yaşadılar, ama kendilerini hiçbir zaman kendi evlerinde ve yurtlarında hissetmediler. Yurt, vatan duygusu her Yahudi’nin bilincinde ve bilinçaltında bir utku olarak hep var oldu. Ve kısacası egemen çoğunluğun zorbalığı karşısında toplumsal bir teşekkül olmayı başaran topluluklar sağlıklı topluluklardır demek zor, ama bir teşekkül olmayı başaranlar zamanda ve mekânda dağılmadan, içe doğru çökmeden, kendi kendisiyle yaşamakta belli oranda tat ve güç alarak yaşamayı başarmışlardır.

Baskı ve asimilasyon sürecinde bir teşekkül olarak yaşamayı başaran toplulukların çok ciddiye almamız gereken bir özelliği var; kendi oluşlarına (ontolojilerine) duydukları öz-güvenden kaynaklanan bir öz-bilincin varlığıdır. Bu öz-bilinç yara aldığında dâhili sınırlar zayıflar ve zamanla çöker. Yahudi topluluklarında bu öz-bilinç o kadar kuvvetliydi ki, Hitlerin zulmü ve toplama/ölüm kampları bile Yahudilerin bilinçlerindeki gettoları yıkamadı. Bu anlamda toprağın, yaşam alanlarının ilhakı ve işgali asimilasyonun ilk aşaması olurken, o topluluğun öz-bilincinin ilhak ve işgal edilmesi de asimilasyonun ikinci ve en zorba aşamasıdır. Toplulukların öz-bilinci ve ontolojik sebeplerine duydukları inanç ve güven o toplulukları bir teşekkül haline getirir; zor ve zorbalık karşısında bir teşekkül olmayı başaramayan toplulukların öz-direngenlikleri zayıflar ve dâhili sınırları aşırı geçişken ve korumasız kalır. Egemen çoğunluk karşısında bir teşekkül olamayanlar ya egemenin çanakçısı/has adamı olur ya da düşkünleşmiş bir kalabalıklar haline gelir. Topluluklarda oluşan öz-bilinç aynı zaman o topluluğun direnme eksenidir ve bu öz-bilinç o topluluğun insan olma çekirdeğini oluşturur; bu çekirdek çözüldüğünde geriye sadece insanda acıma ve bulantı duygusu uyandıran şeyler kalır.

Toplu mekânlarda birlikte yaşamaya verdiğimiz önem sadece öz-güveni, öz-savunmayı ve öz-bilinci oluşturmakla kalmaz, ortak yaşamın gereği olarak ortak üretim alanının oluşmasını da zorunlu kılar. Buradan toplum, eğitim sorumluğunu da üstlenerek, çocukların hem kaliteli bir eğitim almalarını, hem de devlet okullarından dayatılan asimilasyoncu eğitimden korunmasını sağlarken, kitlenin de dayanışma duygularını güçlendirir.  Ortak yaşam alanlarının oluşturmanın faydaları bu kadarla da sınırlı değildir; inancın ayinlerinin işleyişiyle de yakından ilintilidir. Bilindiği gibi Cemevleri aynı zamanda aklanma evleridir. Kızılbaş/Alevilikte her birey musahibiyle birlikte içinde yaşadığı topluma karşı sorumludur ve yılda bir kez bu toplum tarafından aklanması gerekir; aklanmayan düşkün durumuna düşer. Bugün Büyükşehirlerdeki cemevlerinden birbirini tanımayan, birbirleriyle hukuku münasebeti olmayan insanlardan musahipsiz olarak helallik istenmektedir; bu doğru değildir; doğru olan birbirini tanıyan ve hukuku ilişkileri olanların birbirinden helallik istemeleri olmalıdır. Bunu da ancak ortak yaşam alanlarında birlikte çalışan, birbirlerine hak ve emeği geçen ve birbirlerini tanıyan bir kitle oluşturulduğu zaman mümkün olur.

Toplu yaşamanın ve ortak yaşam alanlarının oluşturmanın en büyük kazanımı yukarıda belirtildiği gibi, toplumun öz-bilincinin oluşturulması ve geliştirilmesi olacaktır. Bu çok önemli bir kazanımdır, çünkü öz-bilinç, toplumu koruyan tek savunma silahıdır. Öz-bilinç oluşmadığı takdirde, o toplum sönük kalır, sinik yaşar. Sinik yaşamak zorunda bırakılan bir toplum, ancak egemen çoğunluğun merhametinden istifade edilmesine izin verilir, aksi durumda egemen çoğunluğun ayranı taşar; ötekinin gururlu yürümesi, başı dik durması egemen çoğunlukça büyük bir cüretkârlık olarak görülür, değerlendirilir ve sadakatsizliğinin cezası onlara ödettirilir.

Maraş’ta olan bundan ibarettir, dün köylerinde yaşayanlar, alt katmanlarda yer alanlar, “bizim” hoşgörümüzle yaşayanların bugün kamusal alanlarda başı dik dolaşmaları egemen çoğunluğun asabını bozmuştur. Nasıl olur da, Kızılbaş/Kürtler, esnaf olur, iş sahibi olur ve şehrin kaderi üzerinde söz sahibi olur?

Şu çok önemlidir, azınlık bir topluluk para ve mülk sahibi olabilir, ama asla iktidar ve güç sahibi olamaz. Bunu yine tarihte Ermeni ve Yahudilerde gözlemlemek mümkündür. Yahudiler yaşadıkları ülkelerde önemli başarılara imza attılar, büyük servetlerin sahibi oldular, ülkelerin hazinelerine vekillik yapacak kadar iktidara, krallara, tiranlara çok yakın oldular, fakat hiçbir zaman ne iktidar olabildiler, ne de iktidarın içinde yer alabildiler. Yahudi güçten yoksun bir servetin sahibi oldu, iktidarın aşağıladığı işleri yaptılar ve fakat ne iktidar ilişkilerinin ne de sömürü ilişkilerinin içinde öznel bir yerleri oldu. Ötekilerin yaşadıkları yerde sahip oldukları her değer egemen çoğunluğun hırsını, hıncını, kinini ve nefretini arttırmaktan başka bir şeye yaramadığını tarihte gördük. Azınlık olan varlığıyla zaten egemen unsurun gözüne batarken bir de iktidarın, servetin ondan olması o toplumu ayaklandırır.

Tarihte azınlığın varlığı, serveti, evi, canı, namusu her zaman yağmalanmıştır; çünkü o sınıf ilişkilerinin, iktidar ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin, kamusal yaşamın bir parçası olmamıştır. Bunu bütün benliğiyle arzulamasına rağmen olamamıştır; içinde olduğu ülkenin sınıf, iktidar ilişkilerinin ve kamusal hayatın içinde yer almayan bir servetin, zenginliğin, paranın, mevkiinin, kariyerin son kertede bir karış yalan olduğunun farkındadır. İçinde olmamak azınlığın/ötekinin varlığını rastlantılara açık hale getirir. Savunmasız, korunmasız bir toplumun serveti de, toplumsal statüsü de her zaman yağmalara açıktır. Kızılbaş/Kürt iş insanlarının bunu asla unutmaması gerekir, ya egemen çoğunluk içinde asimile olur erir gider ya da serveti hep tehdit altındadır. Biz bunu yukarıda sözü edilen Yahudiler’ de gördüğümüz gibi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerde de gördük, Sincar bölgesinde yaşayan Êzidi Kürtler’ inde de gördük. Ve en acısı Maraş’ta gördük…

Demek ki servet, mal, para ve mülk bizim için kurtuluş değildir, kurtuluş kendi özümüze dönmek, toplumsallaşmak ve öz-bilincimizi yeniden oluşturmaktan geçer.

Dün olduğu gibi, bugün de Kızılbaş/Alevilik gerici ve yoz bir zihniyetle karşı karşıyadır ve ona karşı direnmek zorundadır. Her direniş Kızılbaşları biraz daha özgürleştirir, inançtan kaçış ise, inancın sonunu hazırlar. Eğer inancımızı, kendimize ait değerler üzerinden yeniden inşa etmesek, bu gidişatı durduramayız. Yıkılmış, paramparça edilmiş, değersizleştirmiş bir inancı, kendi küllerinden yeniden diriltmek zorundayız; bu anlamda başta inanca vakıf sorumluluk sahibi ocakzadelere, aydınlara ve kanaat önderlere büyük görevler düşer.

Alevi inancının köklerine/derinliklerine inmek, yeniden keşfetmek, ne ve kim olduğumuzun bilincine varmak, cesaret, sağduyu ve direnmeyi gerektirir. Direneceğimiz, taviz veremeyeceğimiz bir öz-bilinci oluşturmalıyız ve bu öz-bilinç direnişin çekirdeği olmalıdır. Bu çekirdek son dayanak noktamızdır, arkamızdır, gücümüzdür. Bu çekirdek bizi yeniden öz-inanışımızla buluşturur, bu oluş sürecince inancımızı anlamaya, ona katkı sunduğumuz sürece bizi özgürleştirmeye götürür. Kızılbaş/Alevilik bizim geçmişimizdir, bu geçmiş bugün kendimizi aşağı görme kompleksimizin de nedenidir. Bundan kaçmaya denedik, kaçamayacağımızı öğrendik. Yeniden atalarımızın bize miras bıraktıkları inancımıza sahip çıkmak istiyorsak, öncelikle kendi kendimizde açtığımız yaraları ellerimizle, duygularımızla, bilincimizle tek tek dokunarak iyileştirmeliyiz. Yüzleşmek, acı da olsa bunu başarmalıyız. Kızılbaş/Alevi olmak bizim direnme hattımız, atalarımızın bize bıraktıkları mirastır.

Kızılbaş olmak aklımızın ve duygularımızın bilincimizin sınırlarını elbette çizmez, bizler daha geniş düşüneceğiz, evrensel olacağız. Sadece Kızılbaş inancını değil, sadece kendimizi değil, ezilmiş, ötekileştirilmiş tüm insanlığın gelişimine, geleceğine katkı sunacağız. Bu gücü, geçmişimizden, inancımızın özgürlükçü ve eşitlikçi özünden, insan-doğa sevgisinden alıyoruz, aldığımız bu mirası insanlığı ortak etmek Alevi olmanın da gereğidir. BAŞARACAĞIZ!!

15.12.2021

Hüsnü GÜRBEY.

NOT: Bu makale,14.12.2021 tarihinde Piryol’da yayınlanmıştır.

HER ÇOCUK MÜSLÜMAN MI DOĞAR?

 

HER ÇOCUK MÜSLÜMAN MI DOĞAR?

3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılmasıyla, laiklik yönünde önemli bir adım atılırken, dini kontrol altına almak ve Anadolu’daki tüm İslam’ı mezhepleri veya İslam içinde kabul edilen/edilmeyen heterodoksi inançları bir çatı altında toplayıp Sünni/Hanefi mezhebi içinde eriterek dinde ve inançta da tekçiliği sağlamak amacıyla Diyanet İşleri Reisliği kurulur. Daha sonra ismi Diyanet işleri Başkanlığına çevrilen kurum, devletin diğer kurumlarından bir kurumken, AKP iktidarı döneminde geliştirilerek devletin önemli yetkin kurumlarından biri haline getirilir, daha da önemlisi, devleti ve toplumsal hayatı düzenlemeyi amaçlayan/çalışan bir fetva kurumuna dönüşmektedir.  “2 Eylül 2021 Adli Yılın Açılış Töreni”nde olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığın eşliğinde dualarla açılmakta, laikliğin teminatı olarak gösterilen Askeri Okullar da aynı şekilde dualarla açılmakta,  protokoldeki yeri yükseltilerek  (40 basamak birden)Genelkurmay Başkanlığı’nın önüne geçirildi. (*1) Tabi bu kadar güçlendirilen bir kurumun vereceği fetvalarda, hiç sorgulanmadan kabul edilmesi gerekmektedir, onunda ötesinde fetvaları sorgulamak kimin haddine…

Son günlerde sorgulamadan geçiştirilmeye çalışılan fetvalardan biri de, Diyanet İşleri Başkanlığı Ali Erbaş’ın verdiği fetva da; “Her çocuğun Müslüman doğduğu; daha sonra anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecusi yaptığı”  söylemidir.

Gerçekten her çocuk Müslüman mı doğar?

Çağdaş dünya da böyle bir soru sormak bile gülünçtür; ama biz yine sorgulamaya devam edelim.

Çağdaş bilime göre doğan her çocuk, anne ve babasının genlerini taşısa da onların sevap ve günahlarından münezzehtir/uzaktır.  Dolayısıyla doğan her çocuk masumdur, çocuğu yapılandıran içinde yetiştiği toplum ve toplumsal yapıdır. Kızılbaş inancı bunun da bir adım ötesine geçer, “doğan her çocuk tanrısal özellikleri bünyesinde barındıran kutsal bir varlıktır, o bir masumu paktır.”

Tüm doğal dinlerde doğan çocuklar masumdur, bu masumiyetinin yanında eksikte yaratılmışlardır. İnsanın bütün ereği bu, bu eksikliğini gidermek, mükemmeliyete ulaşmak, hak ile haklaşmaktır.

Fakat her inanç, doğan her çocuğa böyle yaklaşmamış, böyle değerlendirmemiştir.

Tarihte Gnostik inançlar, aykırı inançlardır.  Gnostik inançlar, toplumsal bunalım dönemlerinde ortaya çıkmışlar, mevcut devletlere, sistemlere, toplumsal yapılara ve tanrılara karşı çıkarak isyan etmişler ve genellikle dağlara sığınmışlardır. Gnostiklere göre yaşam, insanın hak etmediği kadar zorluklarla doludur, o halde gelecek nesillerin bu zorlukları yaşamaması için insanların ürememesi gerekmektedir. Onlara göre insan, iki temel yapıdan meydana gelmiştir; ruh ve beden. Ruh, göksel bir varlık olup saf ve temizdir, beden ise topraktan geldiği için kirli ve pistir. Bunun engellenmesi gerekir, o da ruhun bedene girişini engellemekle olur ki, bu da ancak insanoğlunun ürememesi ile mümkündür. Toplumsal yaşamdaki zorlukların, çocukla yeniden üretileceği tezi, Hıristiyanlıkta daha faklı şekilde zuhur edecektir. Her çocuk günahkâr doğar.

Hıristiyan inanışına göre her çocuk günahkâr doğar, günahlarından arınması içinde vaftiz olması gerekir.

Hıristiyan inanışında buna ilk günah denilir ve ilk günahı da Âdem ile Havva yasak meyveyi yiyerek işlemişlerdir. “Hepimiz,  Âdem’in çocukları olarak, günahını miras almışız ve sonsuz lâneti hak etmişiz. Bu günahtan arınmak için vaftiz olmak zorundayız. Vaftiz olmadan ölenler, çocuk olsalar bile cehenneme gidecek ve bitimsiz azap çekecekleridir. Çünkü hepimiz kötüyüz ve lanetliyiz. Ancak, Tanrı’nın özgür lütfuyla vaftiz olanlar cennete gidebilir ki, onlarda seçilmiş kişilerdir.” (Gürbey; 2021; 176)

Çağdaş dünya bugünlere, dinlerin dogmatik inançları ile mücadele eden bilimin zaferiyle ulaşmıştır.  Günümüz de artık hiç kimse çocuklar günahla, şununla bununla doğduğuna inanamaz ve hatta dönüp bakmaz da. Çağdaş dünyanın ilgilendiği çocuklara daha yaşanılır bir dünya bırakmaktır. O da gün geçtikçe biraz daha zorlaşmaktadır…

28.11.2021

Hüsnü GÜRBEY

*1 https://t24.com.tr › Politika:  Diyanet, protokolde Genelkurmay'ın önüne geçti - T24

*2 Gürbey, Hüsnü;  Rızalık Toplulukları--Eşitlikçi Tarım Toplumlarında Dinsel ve Siyasal Görüşler—Babek Yayınları, İstanbul, 2021,

 

ATATÜRK DİN ADAMLARIYLA ÇALIŞTI, AMA DİNDAR DEĞİLDİ:

 

ATATÜRK DİN ADAMLARIYLA ÇALIŞTI, AMA DİNDAR DEĞİLDİ:

10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümü münasebetiyle Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) yetkilileri, Atatürk için Ayasofya Camii’nde Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına mevlit okunması için İstanbul Valiliği’ne yaptığı başvuru... 09.11.2021’de reddedildi.

Valiliğin reddedilme gerekçesini bilmiyoruz. Sadece, dünya halklarının ortak kültürel mirası olan Ayasofya’nın uzun yıllar kilise ve cami olarak kullanıldıktan sonra Atatürk’ün isteğiyle 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye dönüştürülür.

Ayasofya’yı camiden müzeye dönüştürerek dünya halklarına armağan eden bir liderin, kararını iptal ederek yeniden—24 Temmuz 2020-- camiye dönüştürülen bir yerde ruhuna mevlit okutulması gerçekten de garipsenecek bir durumdur.

 Ne yapılmak isteniyor?

Mustafa Kemal Atatürk’ün dinci olduğu mu; ya da dine hoşgörü ile mi yaklaştığı gösterilmek isteniyor.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim ki bu çabalar nafile; çünkü Mustafa Kemal ulema ile yani din bilginleriyle ve/veya din adamlarıyla çalıştı, ama asla ne dinci idi ne de dindar.

Bunu, Cumhuriyetin ünlü romancısı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ da anılarında teyit eder: “Reformların ilerleyebilmesi için eski dönemin insanlarını ortadan kaldırmak gerekir. Ben bu yönde bir broşür yazıp Atatürk’e sundum. Bana şöyle dedi: ‘Kendini sıkıntıya sokma. Ben bu mücadeleye yeşil sarıklı hocalarla başladım. Etrafımda kimseyi bulamadım. Hocaların benimle birlikte gelmesini istedim. Geldiler mi? Evet. Bana sadakatle hizmet ettiler mi? Evet. Halifeliği ve saltanatı bile şeyhlerin fetvalarıyla kaldırdım” der. (Bozarlan, 2015;363)

Gerçekten de halifeliğin kaldırılmasında Mehmet Seyyid Bey’in (1873-1925) verdiği fetva sayesinde, sorunsuz halledilir. Fakat Anadolu halkının ne çok dindar ve mürteci olduğu da bilir.  Bundan dolayı, Diyanet İşleri Başkanlığını kurulur ve böylece din en azından devletin denetimine alınmak istenirken, Cumhuriyetin en büyük kurumlarından birisi yaratılır. Gerçekten de 1927 yılında 7,172 memurla göreve başlayan kurum, 2008 yılında 3.719’u kadın 84 bin asil görevliyi ve 4.500’den fazla sözleşmeyi istihdam eder ve 65 bin cami ile 7.036 Kuran kursunu yöneten ve merkezi bütçenin önemli bir bölümünü yutan, dev bir canavara dönüştürülür.

1928’den itibaren anayasasında dine her türlü referansı yasaklayan cumhuriyetin beslediği laiklik ideali ne olursa olsun, devlet öncelikle Müslümandır ve İslam, ulusal kimliğin kurucu öğesi olarak kabul görür.

İdeolojik temelleri Ziya Gökalp tarafından geliştirilen, Kemalistler tarafından da kabul edilen, “Türkleşmek, “İslamlaşmak” ve “Batılılaşmak” ilkeleri, modern Türkiye’nin üzerinde yükseldiği önemli saç ayaklarıdır ve burada İslam, toplumu birleştiren/bütünleştiren önemli bir öğe olarak değerlendirilir.

Modern Türkiye’nin kuruluşundan—zorunluluktan dolayı-- İslam’a verilen bu öneme rağmen, kurucusu Mustafa Kemal, dinci ya da İslamcı değildir.

Mustafa Kemal’de diğer ittihatçı arkadaşları gibi Auguste Comte’un Pozitivist felsefesi ile sosyal Darwinizm’in önemli temsilcilerinden olan Gustave Le Bon’un etkisindedir; dolayısıyla ateist olmasa da seküler biridir.

Eski başbakanlardan Talat Paşa, 1910’lu yıllarda Amerikan büyükelçisi Morgenthau’ya açıkça itiraf etmiştir: “Bütün papazlardan, hahamlardan ve hocalardan nefret ediyorum” diyecektir.

Aynı ortamda yetişen ve benzer eğitimi alan Mustafa Kemal’de; 30 Kasım 1925’te 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapatılmasına ve Türbedarlıklarla bir takım unvanların yasaklanmasına ilişkin yasa çıkarılmadan evvel, 1 Eylül 1925’te yaptığı konuşmada: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır" diyecektir.

Yine Mustafa Kemal, 24 Kasım 1924’te katıldığı Öğretmenler Birliği toplantısında, devrin ateist şairi Tevfik Fikret’ten de esinlenerek şunları söyleyecektir: “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdani hür, irfanı hür nesiller ister.”

Mustafa Kemal’de harp okulundayken diğer askeri okul öğrencileri gibi Napolyon ile Alman Generali Colmar Freiherr von der Golt(Golt Paşa 1843-1916) hayranıdır.  İsmet İnönü Cuma akşamları askeri okulda Colmar Freiherr von der Golt’un La Nation-Armee’sini [Silahlı Millet/ordu millet] tercüme etmek için toplandıklarını hatırlar. Goltz, modern Türk Ordusunun kuruluşunda önemli bir rol oynamış bir komutan ve 1897 yılında “Stârke und Schwâche des Türkischen Reiches” (Türk İmparatorluğunun Gücü ve Güçsüzlüğü) adlı makalenin yazarıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yetiştiği ortam ve yaptıkları ortayken, onun için, hem de kendisi tarafından camiden müzeye çevirdiği bir anıt eserde, anısına mevlit düzenlemek, Atatürk’ü anlamamak ötesi anısına saygısızlıktır.

Umarım, böyle bir girişim olmaz, olursa yol olur…

10.11.2011

Hüsnü GÜRBEY

Kaynakça:

Hamit Bozarslan: TÜRKİYE TARİHİ, İmparatorluktan Günümüze. İletişim Yayınları, İstanbul, 2015